Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin programından izleme önerileri
Seyir Derneği tarafından Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle düzenlenecek Ayvalık Uluslararası Film Festivali 17 Eylül’de başlıyor.
Seyir Derneği tarafından Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle düzenlenecek Ayvalık Uluslararası Film Festivali 17 Eylül’de başlıyor. 22 Eylül’de sona erecek festival boyunca yılın heyecan uyandıran 70 yerli ve yabancı yapımı izleyicilerle buluşacak. Festivalde film gösterimlerinin yanı sıra farklı başlıklarda konuşmalar ve Seyir Çocuk Hafta Sonu düzenlenecek. Üçüncü yılındaki Genç Sinema programı ile öğrenciler yine festivalde her sabah atölyelere katılacak, festivali deneyimleyecek ve bu sene ilk kez farklı alanlarda proje üretecekler. Kültür için Alan işbirliğiyle de Stockholm Film Okulu’ndan dört öğrenci Genç Sinema programı kapsamında Ayvalık’ta olacak.
Üretim Kaydı festivalin medya sponsoru olarak alanda olacak.🎉
Ayvalık Belediyesi Büyük Park Amfitiyatro’da düzenlenecek açılış gecesiyle başlayacak festivalde gösterimler bu yıl Ayvalık Belediyesi Vural Sineması Nejat Uygur Sahnesi, Fabrika Ayvalık, İsmet İnönü Kültür Merkezi, ASKEV Sera ve Kırlangıç Ayvalık’ta gerçekleşecek. Bilet fiyatları 7-17 Eylül tarihleri arasındaki ön satış döneminde indirimli olarak satın alınabilecek. ASKEV Sera ve Kırlangıç Ayvalık’taki gösterimler ücretsiz gerçekleştirilecek.
Açılış filmi Megalopolis
Francis Ford Coppola’dan siyasi popülizm üzerine bir masal, geçmişle geleceği birleştiren epik bir anlatı. Filmin Roma İmparatorluğu dönemine yaptığı sayısız referans arasında olayların geçtiği şehrin adı hemen öne çıkıyor; Yeni Roma. Her ne kadar taç ve tunik giyen karakterler görsek de tasarım olarak akla Batman’in Gotham’ı geliyor. 20. yüzyıl başı New York mimarisinin anıtsal görkemi ve distopik bilimkurguların karamsar estetiği bir arada. Zamanı durdurma yetisine sahip, attığı her adım medya tarafından takip edilen, deli ve dâhi mimar Cesar Catilina Yeni Roma’yı baştan inşa etmek ister. Bunun için karşısındaki en önemli engel muhafazakâr belediye başkanı Cicero'dur. Kan bağı ya da çıkar ortaklığıyla birbirine bağlanan çok sayıda karakter ve bolca entrika içeren Megalopolis’in Shakespeare tragedyalarını anımsattığını söylemek yanlış olmaz. Diğer yandan hemen her sahnesi dijital özel efektler içeren film, bilimkurgu türünün klasiklerinden Fritz Lang’ın Metropolis’ine de gönderme yapıyor.
Türkiye’den izleyebileceğiniz filmlerden bir seçki
Kısa Metraj
HER GÜN BİRAZ DAHA KOLAY: Yüzme takımına girmek için hazırlanan 17 yaşındaki Cemre, yaklaşan seçmelerin stresi yanı sıra sınavlarla, erkek arkadaşının beklentileriyle, küçük kardeşleri ve babasından oluşan ailesinin sorunlarıyla, genç ya da yaşlı tüm kadınların karşılaştığı baskılarla her gün mücadele etmek zorunda. Fakat Cemre pes etmeye hiç niyetli değil.
GÖRÜŞÜRÜZ KAPLUMBAĞA: Beş yaşındaki İnci annesini kaybettiği gecenin sabahında köylerinin yakınındaki tepelerde bir başına dolaşmaya çıkar. Şoförle kavga edip taksiden inen ve çantalarıyla ortada kalan bir kadınla karşılaşır. Yıllar sonra Avrupa’dan geri dönen ve köyde yalnız bıraktığı babasını bunca zamandır hiç arayıp sormamış Zeynep’le alışılmadık bir ikili oluşturur, tüm günü yollarda geçirirler.
EN UZUN GECE: Yaz gecesi. Evde düğün öncesi hazırlıkları. Dümeni üç kızkardeş ele geçirmiş vaziyette. Elbise, giyim kuşam, o oldu, bu olmadı, kahkaha, açık saçık dokundurmalar gırla. İki de bacanak; kaçarı yok böyle bir aile gecesinde bulunmak zorundalar. Dışarıda efkarlı efkarlı rakı içiyorlar. Büyük abla, kızların hep birlikte aynı odada büyük yatakta, kocaların ise öbür odadakinde yatmasına karar veriyor. Kalabalık ortamda klasik ‘yakışanı budur’ mazbutluğu. Bacanaklar yatmasına yatıyorlar, ama el-kol-bacak atmalar, yatakta rahatsız rahatsız oraya buraya dönmeler, birbirine ‘mecburen’ çarpmalar, temas etmeler… Uyku hali. Derken, ‘uyku ile uyanıklık arası’ bir şeyler oluyor. Oluyor mu, ‘yoksa rüya mı?’ Her ne ise bu sıkışık vaziyet iki erkek arasında adı konmayan bir gerilime yola açacaktır. Stiletto adlı kısa filmiyle ilgi gören Can Merdan Doğan’ın ikinci filmi.
SONUNDA: Sonunda günümüzde İstanbul’da bir yerden bir yere gidememek ya da daha genel anlamda bu şehirde var olmak ya da olamamak üzerine bir kısa film. Genç bir çift çok yetkin bir dış mekân gerçekçiliği ile anlatılan hareketli sahnelerden sonra (taksi bulamamak, gps’le boğuşmak vb.) ‘sonunda’ parti veren arkadaşlarının evine varırlar.
OYUNBOZAN: Ne çok uzun zaman önce ne de çok uzaklardaki bir galakside... 12 Eylül Darbesi öncesi Türkiye, anneanneleriyle evde kapalı kalan Yıldız Savaşları hayranı iki kardeşin hayal gücünden perdeye yansıyor. Çocukların oynadığı oyunlar gerçek hayattaki şiddetten kaçmaya yardımcı olabilir mi?
ZARAFET VE ŞİDDET ARASINDA: Zarafet ve Şiddet Arasında elleri, anıları hem saklamanın hem de aktarmanın araçları olarak gören bir deneysel belgesel. Aile albümlerine giremeyen anıların izini, eller ve yarattıkları şeyler üzerinden sürmeyi, bir hafıza haritası gibi okumayı hayal ediyor. Ressamın fırça izlerinde aynı elin şiddetini de görebilir miyiz? Kanaviçe bir çeşit alfabe mi? Film, hayalgücü ve yaratım aracılığıyla sanatçının kişisel geçmişiyle bağlantı kurarken, ev içi şiddet ve kuşaktan kuşağa aktarılan travma gibi daha büyük insan hikâyelerine açılıyor.
Uzun Metraj
BAŞLANGIÇLAR: Resim restoratörü Defne, ev arkadaşının ölümü sonrasında Paris’teki doktora eğitimini yarım bırakır ve İstanbul’a döner. Bir galeride stajyer olarak çalışmaya başlar, yaklaşan bir sergi için Osmanlı döneminden kalma bir tabloyu restore etmesi istenir. Genç bir kadının resmedildiği bu benzerine az rastlanan tablo oldukça hasar görmüştür, hele sergiye yetişmesi neredeyse imkânsızdır. Hayatında hep bir şeyleri yarım bıraktığından korkan Defne, bu tabloyu onarma çabasına tutunur. Bir yandan da sürekli çatıştığı annesi ve kendini bir türlü tam anlamıyla ait hissedemediği şehirle ilişkisini gözden geçirir. Ozan Yoleri’nin ilk uzun metrajı Başlangıçlar, yirmili yaşlarındaki bir kadının kendini bulma yolculuğunu anlatıyor. Yaşadığı kayıplara, yenilgi korkusuna, toplumsal baskılara ve bir yere ait olamama duygusuna rağmen toparlanmaya çalışan Defne’nin hikâyesi, sinemamızda daha sık görmeye başladığımız, odağına bugünün genç karakterlerini alan filmlerden.
BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL: Babalarının ölümü nedeniyle yıllar sonra tekrar bir araya gelen üç kardeş; her biri başka dünyaların insanları... Büyük ağabey Tahsin Tokat’ta babasının yanında kalmış. Ortanca kardeş Yasin artık büyük şehirde yaşayan bir yazar. Küçük kız kardeş Remziye de ilk fırsatta taşradan uzaklaşmış, geçmişi silmeye çalışmış. Yas evinde buluşan kardeşler kâh eski günleri yâd ederek yakınlaşıyor, kâh kavgaya tutuşarak zaman içerisinde ayrı düşme sebeplerini anlıyor. Hüzün ile neşe arasında, ortak çocukluklarını neden farklı hatırladıkları ve aile bağlarını nasıl yorumladıkları onlar için daha netleşiyor. Üç kardeşi canlandıran Serdar Orçin, Alican Yücesoy ve Hazal Türesan’ın dinamik grup oyunculuğu kadar, gerçekçi detaylarla bezeli senaryosuyla da seyirciyi avucunun içine alan Bildiğin Gibi Değil, yas sürecinin beraberinde getirdiği hüzün ve geçmişe özleme kapılmadan, aile kurumunun yıkıcı taraflarını ele alıyor.
KARGANIN UYKUSU: Yatağına zincirle bağlanmış, sabahları kabuslarla uyanan, üstüne kısa gelen bir pantolon ve ceketle şehre indiğinde varlıklı kadınların önünde sanki oğluyla beraber bir seçmeye çıkan, daha ilk dakikalardan merakımızı celbeden bir adam. Nasip. Dağlarda terk edilmiş bir tesisin bekçisi. Burada yedi yaşındaki oğluyla yalnız. Kâh alem yapmaya gelen müşterileri ağırlıyor, kâh sınırdan kaçak yollarla geçen Suriyeli göçmenleri. Ama bütün bunların arasında, aslında evladını emanet edebileceği yeni ebeveynler arıyor. Omuzlarındaki vicdan yükünü daha fazla taşıyamayacak. Son senelerde Adana’dan yeni bir genç sinemacı kuşağı yetişmekte. Karganın Uykusu bu kuşağın ilginç örneklerinden. Ve tam bir ilk film. Deneyen, arayan, sinemanın anlatım araçları üzerine kafa yoran bir yönetmenin işi. Mekanı, ışığı, kadrajı, oyuncuların plastik malzemesini kullanışıyla umut veriyor. Bu ilk filmde şiir var.
Belgesel
DARGEÇİT: 1995 yılında Mardin’in Dargeçit ilçesinde devlet güçleri elinde kaybolan yedi kişinin aileleri, avukatları Erdal Kuzu ile birlikte yıllar süren bir hak arayışı mücadelesi verdi. Avukatlarının ve İnsan Hakları Derneği’nin çabaları sonucu açılan Dargeçit JİTEM Davası’nın ilk duruşması 2015 yılında görüldü. Berke Baş’ın yönettiği Dargeçit, bu zorlu süreç boyunca aileleri ve avukat Erdal Kuzu’yu takip ederek, davanın son beş yılına odaklanıyor. Yargı sistemi ve bürokrasi aileleri caydırmak için her koşulu oluştursa da onlar pes etmiyor. Dargeçit’in destekçileri arasında yer alan Hafıza Merkezi derneği, belgeselin yapımındaki motivasyonu şöyle açıklıyor: “1990’larda işlenen ağır insan hakları ihlallerine ilişkin davaların birer birer zamanaşımına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz bu dönemde, Dargeçit belgeseli aracılığıyla cezasızlığa karşı mücadelenin sesini yükseltmeyi hedefliyoruz.”
ECLIPSE: Türkiye’nin jimnastik tarihi 1860’lı yıllara uzansa da bu spor dalının yakın geçmişe kadar ülkemizde nispeten görünmez olduğunu söylemek mümkün. 2010’larda peş peşe gelen başarılar sonrası, İzmirli dört jimnastikçi Tokyo’da gerçekleşecek 2020 Yaz Olimpiyatları’nda Türkiye’yi temsile hak kazanır. Fakat yolculuğa aylar kala pandemi nedeniyle olimpiyatların ertelendiği açıklanır. Sporcular bu belirsizlik içinde kampta hazırlıklara devam ederken, söz konusu erteleme aralarına beşinci bir adayın, Mısır doğumlu Adem Asil’in de katılmasına imkân tanır. İpek Kent ve Efe Öztezdoğan’ın yönettikleri Eclipse, Türkiye artistik jimnastik takımının kamp sürecini belgeliyor. Pandemi sonrası, Ekim 2020’de İzmir’de yaşanan deprem ve çeşitli sakatlıklar da sporcuları etkilese de, Tokyo’da başarıya ulaşmak için sınırlarını zorlamaya devam ediyorlar. Eclipse, siyah beyaz görüntülerinin verdiği estetik haz kadar, her biri kamera karşısında son derece rahat sporcuların sempatikliğiyle de ilgi çeken bir spor belgeseli.
Merak ettiklerimiz 👀
BİR SALYANGOZUN ANILARI: Grace orta yaşlı, yalnız bir kadındır. Dış dünyadan kopuk hayatının merkezinde evinin hemen her yerini kaplayan salyangoz koleksiyonu yer alır. Grace geçmişi anımsar, her şeyin nasıl başladığını... Annesini doğumda kaybetmiş, ikiz kardeşi Gilbert ve belden aşağısı felç babasıyla kalmıştır. Bu yıllarda toplamaya başladığı salyangozlar ise ona uzun süre arkadaşlık yapacaktır. Bir gün babaları uykusunda ölünce iki kardeş ayrı ailelerin yanına evlatlık verilir. Ailesinden tamamen kopan Grace, böylece kendini tamamen salyangozlarına adar. Avustralyalı animasyon film yönetmeni Adam Elliot’ı Oscar ödüllü kısa metrajı Harvie Krumpet ve 15 yıl önce tüm dünyanın kalbini çalan uzun metrajı Mary ve Max ile tanıyoruz. Uzun bir aradan sonra ikinci uzun metrajıyla dönüş yapan Elliot, yeni filminde de karanlık temaları insancıl bir yaklaşımla ele alıyor.
HİPERBOREANLAR: Etkileyici bir animasyon olan Kurt İni (2018) ile tanıdığımız Şilili yönetmen ikili Cristóbal León ve Joaquín Cociña Hiperboreanlar’da da benzer bir filmle karşımızda. Anlatının çıkış noktası yine kayıp bir film ve söz konusu kayıp filmi “hayata döndürme” çabası yine Şili’nin geçtiğimiz yüzyıldaki karanlık tarihinin sayfalarını aralıyor. Hikâyenin anlatıcısı psikolog Antonia, aynı zamanda kayıp filmin başrol oyuncusudur ve filmi yeniden sahnelemeye çalışır. Bir hastasının yazdığı senaryoyu iki yönetmen arkadaşına gösterip çekmeye ikna ettiğinde, başrolü de üstlenmek zorunda. Yönetmen arkadaşları, Nazi sempatizanı Şilili yazar Miguel Serrano’nun senaryoyu etkilediğini iddia etmektedir. Onların önerisiyle Serrano’nun hayatını araştıran Antonia, kendini siyasi bir komplonun içinde bulur. León ve Cociña bu sefer sadece stop-motion animasyon tekniklerinden faydalanmıyor, kuklalar ile gerçek oyuncuları bir araya getiriyor. Yönetmenlerin tüm filmlerinde masallar veya fantastik hikâyelerle geçmişe bakma çabasının motivasyonuysa aynı; siyasi hafıza kaybına karşı bir uyarı.
MARCELLO MIO: Marcello mio kendini canlandıran Chiara Mastroianni’nin gördüğü tekinsiz bir rüya ile başlıyor. Ayna karşısında babasına, yani efsanevi aktör Marcello’ya dönüşen Chiara’nın kâbusu, uyandıktan sonra gün içerisinde de devam eder. Nicole Garcia’nın yeni filmi için seçmelere gittiğinde oyunculuğu babasıyla kıyaslanır: “Deneuve gibi değil, Mastroianni gibi oynamanı tercih ederim!” Madem öyle, belki de Marcello’nun hayata dönmesinin zamanı gelmiştir. Chiara Mastroianni, babasının Fellini’nin 8½’unda giydiği meşhur siyah takım, şapka ve güneş gözlüklerini kuşanarak gündelik hayata karışır. İtalyanca konuşup, herkese kendisini Marcello olarak tanıtır. Evhamlı annesi Catherine Deneuve ise kızının başına dert açılmasından korkarak onu vazgeçirmeye çalışır. Fakat iş işten geçmiştir, “dirilen” Marcello İtalyan televizyonunda canlı yayına çağrılır. Christophe Honoré’den, peş peşe gelen film referanslarıyla sinemaseverleri ihya edecek, Mastroianni’ye bir saygı duruşu. Dram ve komediyi çok iyi dengeleyen Marcello mio, 1996 yılında hayata veda eden unutulmaz oyuncunun doğumunun 100. yıldönümünde çekildi.
JEANNE DIELMAN, 23 QUAI DU COMMERCE, 1080 BRUXELLES: Bir ev kadının gündelik hayatından üç gün... Filme adını veren Jeanne Dielman her sabah erkenden kalkar, beraber yaşadığı 20’li yaşlarındaki oğlunu işe uğurlamadan önce gerekli hazırlıkları yapar. Mutfak işleri, temizlik, komşunun bebeğine bakmak, alışveriş, akşam yemeği için sofrayı hazırlamak ve toplamak ve bazen de evine kabul ettiği müşterilerle seks yapmak... Jeanne’ın gündelik rutini bunlardan ibarettir. Filmi oluşturan plan sekanslar süresince, detaylı şekilde izlediğimiz bu ritüellerin zamanla sekteye uğradığını görürüz. Yavaş sinema diye de adlandırılan minimalist ekolün önemli filmlerinden Jeanne Dielman,...’da filmin 200 dakikalık süresini düşününce, klasik sinemadan alışık olduğumuz kalıplarda “pek bir şey olmuyor” belki. Oysa Chantal Akerman modernist başyapıtında, sinemasal zamanı nasıl algıladığımızı eşine az rastlanır şekilde sorguladığı gibi, filmlerde genellikle görünmez kılınan ev işini merkeze yerleştirerek feminist sinemanın yıllar boyunca en çok konuşulacak örneklerinden birine imza atıyor. İlk gösteriminden bu yana sinemasever ve akademisyenlerin el üstünde tuttuğu Jeanne Dielman, ..., Sight and Sound dergisinin 2022 yılında yaptığı araştırmada film eleştirmenleri ve yönetmenlerin oylarıyla tüm zamanların en iyi filmi seçildi.
EVRENSEL DİL: Winnipeg’de ‘sıradan’ bir gün; resmi dilin Farsça olması ve herkesin 80’li yıllarda geçen bir İran filmini andırır şekilde giyinmesi dışında. Fransızcanın ikinci dil olarak konuşulduğu sınıflar köy okullarını anımsatırken, Tim Hortons kahve zincirinde de sadece semaverde demlenen çay servis ediliyor. Farklı amaçlarla gün boyunca şehrin başka noktalarına dağılan karakterler, yavaş yavaş bir araya geliyor. Bu karakterlerden birisi de yıllar sonra memleketi Winnipeg’e geri dönen ve hasta annesinin artık yabancı bir adamı oğlu bellediğini fark eden Matthew (filmin ortak senaristi ve yönetmeni Matthew Rankin bizzat canlandırıyor). Kurduğu dünya gereği Abbas Kiarostami ve Cafer Panahi’nin erken dönem filmlerini hatırlatan Evrensel Dil, Aki Kaurismäki benzeri bir mizah duygusuna sahip. Birbirinden çok farklı bu sinemacıların ortak noktası olan hümanizm ise Evrensel Dil’de de öne çıkıyor. Oyunbaz anlatısı bir yana, perdeye yansıyan bol karlı kış görüntülerine rağmen salonu ısıtan bir seyirci gözdesi.
Haftaya görüşmek üzere. ❤️
Ben de Bir Salyangozun Anıları'nı çok merak ettim ve hemen fragmanı izlemeye koştum. Çok sevimli geldi, animasyon şeklinde beklemiyordum. Eğlenceli bir hava katmış 🌟 Bu filmleri başka nerede izleyebiliriz Ece? 🌿