Bugünü "bugün" anlatmak| Umut Subaşı
Poscast'in bu bölümünde konuğum "Sanki Her Şey Biraz Felaket" filminin yönetmeni ve senaristi Umut Subaşı
2024’ün ilk sayısından herkese merhaba,
Yılın ilk konserine gittim, sevgili Çağlar Fidan’ın İstanbul Ansiklopedisi’ni odağına olan bu konserde Reşat Ekrem Koçu seyirci koltuklarının birinden “helal be” demiştir bence... Kahve ile arama mesafeyi bir gün koyabildim. Çalışmalar devam ediyor. ☕️
Pazar kahvenize eşlikçi olacak ilk sayımız sizi bekliyor bugün bir minik sürprizle de karşınızdayım bugün ikinci bir sayımız daha olacak. Filmin oyuncuları ve yapımcısı Cemre Erül ile söyleşimizin linkini sayının sonunda göreceksiniz. Mail kutusundan okuyanlar için yine oraya bakabilir. 👀 Üretim Kaydı’na üye değilseniz 👇🏻 ücretsiz üye olabilirsiniz.
Burası üretmenin hafızasına hep birlikte çıktığımız bir yolculuk. Podcast iki haftada bir yayınlanırken burada da podcast’ten bana kalanları okuyabileceksiniz.
👀 Kayıt demeden önce, başlığının altında konuğumuzu biraz tanıyor ve benim onu neden konuk almak istediğimi okuyorsunuz.
🎙️ Kayıtlara geçenler, başlığının altında ise podcast’te neler konuşmuşuz kayıtlara neler geçmiş göz atma şansınız oluyor. Sonra sizi podcast’i dinlemeye uğurluyoruz. Burada podcast’in tamamı yok. 🙂
✏️ Bana kalanlar, başlığının altında da konuğumdan ve onun sürecinden neler öğrendiğimi okuyacaksınız.
Aşağıda buluşalım,
Bölümü buradan dinleyebilirsiniz.👇🏻
Umut ile Ayvalık Film Festivali’nde ilk uzun metraj filmi Sanki Her Şey Biraz Felaket ile tanıştım. Bu filmi izlemeden evvel kısa filmlerini izlemiş olmayı dilerdim. 👀 Başlığa da taşınan bugünü tam da “bugün” anlatma hâli filmde beni en çok etkileyen unsurlardan biriydi. Buradaki satırlarımda sık sık karşılaşmışsınızdır bugünümüz gelecekte nasıl anlatılacak, biz kendimizi nasıl anlatacağız? Üretim Kaydı’nın kendine sorduğu sorular arasında.
Filmde kuşak anlatısını, aynaya bakma hâlini, kendine gülmeyi ve “ben ne yapıyorum ya” demeyi bolca görüyoruz. Alışılmışın aksine tek karaktere indirgenen ve yan castlarla şekillenen bir hikâye değil dört ana karakteri olan bir film izliyoruz. Filmde denge buradan başlıyor. Ayşe ile Zeynep’in bir müzik listesi üzerinden yaptığı muhabbet ve Ayşe’nin o sırada elinde tuttuğu kitap düşünülen, ince ince işlenen bir senaryo olduğunu gösteriyor. Perdede ağlayan insanlar görüyorum ama o sıradan ben gülüyorum. Tüm film boyunca bana eşlik eden kahkahalarımın finalde minik bir damla yaş ile gülmekten ağıran çeneme düşmesini de kayıtlara geçireyim. Evet! Umut neden bu filmi yaptı? Nasıl yaptı? Çok cesurca! Derken zihnimde beliren sorulara bir yanıt ihtiyacı doğdu ve Umut ile Postane stüdyosunda buluştuk.
Film şu an MUBI Türkiye’de yayında ben yine de salonda izlemek isterim derseniz İstanbul Modern’in “Biz de Varız!” seçkisinde yer alıyor. Tık tık.
Umut, tek çocuk olarak büyüdüğü için çocukken oyunla olan ilişkisi de kendi kendine oynamak ve “kendine yetmek” üzerine olmuş.
Umut’un kısa filmlerini podcast öncesinde izleyebiliyorum. Tam da o ara dinlediğim şu şarkıyı filmlerden birinde duyunca bu tesadüfe seviniyorum. Üç Noktanın Kullanımı (2013) bana Umut’un edebiyatla olan bağına ve ilgisine dair merak uyandırıyor.
“Edebiyatı seviyorum, kitap okumayı çok severim. Edebiyat tutkumun bir yansıması mı onu bilmiyorum ama sürekli hayatımın içinde olan bir şey benim için. Şu an özellikle bahsettin ya bizim jenerasyon, böyle biraz kayboluyor gibi. Bilmiyorum kitap çok konuşuyor muyum arkadaşlarımla, insanlar kitap okuyor mu? Biraz sanırım azaldı ama bende okuma isteği ve ondan keyif almak hâlâ var. Bu filmde de edebiyattan ziyade benim sinemanın kendisini biraz kurcalamam var aslında. Sinemada oturmuş belli kadrajlar var. Biraz bunu deforme etmek, bunun içine ne katabiliriz demekti amaç. Filmden kısaca bahsetmek gerekirse üç noktanın kullanımını edebiyattaki, ekranda üç tane noktanın içinden bir hikâye üzerinden anlatmaya çalışan bir film. O yüzden kadrajda 16:9 ya da sinemaskop 4:3 değil de farklı bir şekilde üç tane noktanın içinden görüyoruz, anlatmak istediği şeyi biçimin kendisine de dönüştürüp, böyle bir şey yapmaya çalışan bir film.”
Pudrasız’ı (2014) izlediğimde sanki uzun metrajının adımları orada atılmış gibi hisse kapılıyorum ve soruyorum.
“Kısa filmlerimdeki bazı şeyleri bilinçli bir şekilde uzun metraja taşıdım ama Pudrasız’daki bu benzerlik benim de sonradan fark ettiğim bir şeydi. Onun dışında da bu filmde de seyircinin sinemada gerçeklik, oyunculuk konusunu biraz düşünmesi ve onu biraz tartışmaya açması niyetimdi.”
Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var (2018) kısa filminin isim hikâyesini merak edip soruyorum.👀
“Valla bilmiyorum ama filmde bir düşüş teması var genel olarak. Biraz o biraz da ben filmlerde bir tane bir şeyi anlatmıyorum, bir tane bir şey anlatmadığım için de filmin ismi bir şeyi işaret edemiyor. Onun için daha kapsayıcı ya da değişik bir yerden bakan bir isme ihtiyaç duyuyorum. Burada da öyleydi.”
Sanki Her Şey Biraz Felaket (2023) filmindeki ağlama sahnelerinde bize Beethoven’ın Türk Marşı eşlik ediyor. Hâliyle o sahnede siz müziğin de etkisine kapılıyorsunuz. Müzik bu sahneye ne zaman eklendi başından beri fikri bu muydu? Soruyorum.
“Hayır belli değildi. Senaryoda ses bandına yazdığım şey sadece bir piyano eseri, eğlenceli gibi, tuhaf bir hissi olan ve kendini tekrar eden bir eser. Seste de böyle bir müzik var diye yazmıştım. Ama bu eseri (Beethoven’ın Türk Marşı’nı) bilmiyordum. Sonra filmi çekmeden önce filmi ifade edecek bir video hazırlamıştım. Orada da bu müzik ve bu sahne yapısını göstermeye çalışıyordum. Onun için referans müzik ararken bu eserle karşılaştım. Adının Türk Marşı olması da filme çok iyi olabilecekmiş gibi geldi. Sonrada kurguda denedim. O garipliği böyle çocuksu gibi, tuhaf, rahatsız edici. Yani açıp dinlemem evde bu şarkıyı, asla dinlemem. Onu bulduktan sonra, ben besteletmeyi düşünüyordum, hepsinden vazgeçtim. Tutunduk ve devam ettik.”
Zeynep ve Ayşe’nin arasında konuştuğu bir şarkıcı listesi var. Bu liste nereden ve nasıl oluşturuldu? 👀
Onun aslında şöyle küçük bir bağlantısı var, Ali’yle Zeynep’in arasında geçen küçük bir diyalog var; Ali: “Müzik dinlemeyi sever misin?”, diye soruyor. Zeynep de “Severim herhalde.” diyor, bunun üzerine daha düşünmemiş. Ondan sonra Ali diyor ki “Ne dinlersin?” O da diyor ki, “Çalma listeleri var ya, oradan açıyorum bir şeyler.” Şu an mesela müzik dinlemek ona dönüştü ya. Ben mesela hâlâ, Ali’nin lafı gibi söyleyeceğim, ben albüm dinlemeyi seviyorum. Açıp bir albümü baştan sona, artık mesela o kalitede albüm de bulmak çok zor çünkü kimse “ya ben gideyim de bir albüm, on tane iyi şarkı yapayım” demiyor ve bu girdabın içine girdiğine aslında sen ne dinlediğini bilmiyorsun. Sen, işte haftalık keşif mi? Açıyorsun onu, arkada zaten senin daha önce beğendiğine benzer başka iyi şarkılar getiriyor, onları dinliyorsun ve gidiyor. Bu muhabbetin üstüne Zeynep aslında “şarkıcı markıcı” neymiş ben bunları bir Ayşe’ye sorayım diye o isimleri soruyor. Onları da valla attım kafadan ama tabii ki bir bakmışımdır, bugünün popülerleri kimler diye. Ayşe’nin okay olabilir dedikleri ve çöp ve leş dedikleri. O sahnede biraz benim de müzik dünyam var. Ve aslında müzisyenleri böyle tanımlıyor olma konusu ilginç olan.
Filmde benim nefesimi tutarak izlediğim ve gerildiğim bir sahne var, o da fotoğrafçıdaki sözlü taciz sahnesi, bunun üzerine yazarken ne kadar düşündüğünü merak edip, soruyorum.
“O sahnede tabii özellikle filmin yapımcısı Cemre’yle çok fazla tartıştık. Benim için o sahne mizahi bir sahne değil ama bazıları için mizahi olabileceğini sonra yolda farkına vardık. Benim yazdığım ilk versiyon çok daha sertti ama Cemre, “Bu sahneden ben tetikleniyorum bunun dozunu düşür” dedi. Daha sonra birkaç kişiden daha görüş aldık ve bu kurgu aşamasında oldu bu arada yani çekerken fotoğrafçı sesini daha sonra kaydettik, dolayısıyla bir sürü alternatif aldık. Kimisi, bunun şiddetini artır çok komik bu sahne daha komik olabilir derken kimisi bunun dozu iyi, dedi ve kadınlardan da bu sahneye gülen insanlar var. Erkekler genellikle zaten gülüyor ama ben yazdığımda bu sahne benim için komik bir sahne değildi. O yüzden şu anki dozu sanırım fena bir doz değil. Kurguda üzerine en çok düşünülüp tartışılmış sahnelerden biri.”
Benim en ilgimi çeken ve merak ettiğim sahnelerden biri de final sahnesiydi. Film boyunca ağlama sahnelerinde gülerken bu gülme sahnesinde tebessüm etmekte zorlandım. O yüzden bu finale nasıl karar verdiğini merak ettim.
“Yoktu alternatifi belki de olmalıydı, çünkü çok riskli bir tercih ve provası yapılmamış bir sahne. Oyuncular da senaryoyu okuduklarında doğal olarak anlamadılar ‘ha ha ha’ bir şey yazıyor burada ama bu nasıl olacak, nasıl bitecek? Onlar da biraz gergindi. Benim sette sürpriziyle çıkarmak istediğim nadir şeylerden biriydi. Bir riskti ama finalde kızlarla birlikte bitirmek istediğim kesindi. Ve sonra, iki kızın birlikte gülmeye, gülme teşebbüsünde bulunmalarıyla bitirmek çok iyi geldi bana. O yüzden hiç alternatif düşünmedim.”
Podcast’in tamamını Spotify’dan dinleyebilirsiniz.
Öncelikle bugünü şimdi anlatmaya karar vermeyi biraz cesurca buluyorum bu yüzden de tüm ekibi tebrik ediyorum.
Filmde yer alan oyuncularından yönetmenine 🙂 herkesin ilk uzun metrajı olması benim için de özel kılıyor bu filmi yine.
Ağlama sahnesine eklenen Türk Marşı’nı daha sonra bir ağlama günüme eşlikçi kabul ettim iyi geldi.
Umut’un bölümün sonlarına doğru söylediği “Umarım ilerde OK Boomer denecek birine dönüşmeyiz.” dileğini ben de kendime not ediyorum.
Ayşe’nin elindeki kitaptan bir alıntı bırakayım. “Bazen sanki birçok insan için geniş ve ferah olan bir mezarın içinde yaşıyormuşuz gibi hissederim. Hapishane dışarıda değildi, her birimizin içindeydi. Belki de onsuz nasıl yaşanacağını bilmiyorduk.”
Olga Tokarczuk, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde