Çocuk edebiyatı dünyasında üretmek: Tuğçe Özdeniz
Üretim Kaydı'nın bu bölümünde konuğum editör ve çevirmen Tuğçe Özdeniz.
Herkese merhaba,
Bir haber vererek sayıyı açayım, Üretim Kaydı’nın dükkanı açıldı. 🎉 Benden uzun zamandır istediğiniz o merchler, artık var! 🌟 Bez çantamızı NewsLabTurkey’in de destekleriyle Gray Label Supply ile birlikte yaptık. Defterimiz ise Nom Atölye’de elle yapıldı.
Gelelim bu haftanın bölümüne yeni bölümde konuğum, editör ve çevirmen Tuğçe Özdeniz. Bölümde Bu Kitabı Yasaklayın kitabını konuşurken sansürden de bahsettik. Yeri gelmişken -keşke gelmese- “Açık Radyo susturulamaz!”
Ece
Tuğçe ile önce kendi çocukluğumuza gidip neler okumuştuk ona baktık sonrasında lise ve üniversite yıllarımıza gittik. Tuğçe'nin çevirmenliğe ve editörlüğe nasıl başladığını, editörlük ve çevirmenliğini yaptığı kitapları konuştuk. Bu aralar benim sıkça sorduğum bir soru olan Neden Çocuk Kitapları Okumalıyız'a yanıt verdiğimiz bir bölüm oldu. 💙
Tuğçe ile yaklaşık iki senedir kayıt demek için bekliyorduk. Bakalım neler kayda geçmiş.
Tuğçe ile sohbetimize çocukluk yıllarında oyun ile ilişkisi nasıl olduğuyla başladık.
“Bu açıdan şanslı bir çocuktum diyebilirim. Çünkü 90'larda İstanbul'un Anadolu yakasında büyüdüm. Bir çocuğun evrensel ihtiyacı olan oyun oynayacak alanlarımız vardı. Parklar, bahçeler, mahalle arasındaki boşluklar. Pal Sokağı Çocukları’nın o meşhur arsası gibi düşünebiliriz. Bir sitede büyüdüm ve kendi yaşımda çok çocuk vardı etrafta, arkadaş edinmek çok kolaydı. Saatlerce oyun oynardık. Klişe gibi ama ezan sesi duyulana kadar, anneler çocukları eve çağırana kadar dışarıdaydık. Oynayarak büyüdüm ve evet çok şanslıydım o açıdan. Şimdiki çocuklara biraz üzülmüyor değilim.”
Çocukken okuduğun ve o yaşlarda etkilendiğin bir çocuk kitabı var mı? Neden etkilemişti seni?
“Vardı ama öncesinde okuma alışkanlığı kazanmamda ailemin çok yardımcı olduğunu söylemem lazım. Okuma alışkanlığı kazandığım, çok sevdiğim ve sürekli okuduğum küçük resimli kitaplarım vardı. Ama tabii ki şimdiki çocuklar çok daha şanslı. Benim böyle birkaç tane vardı. Hep onları okur, çok mutlu olurdum. Ve gece yatmadan önce ben ve kardeşime mutlaka, annem ya da babam mutlaka bir şeyler okurdu. Arkası yarın şeklinde bir hikâye dinlerdim mutlaka.”
“Daha sonraları ise ilkokulda bir seri keşfettim. Aslında birçok çocuğun o yaşlarda okuduğu, Enid Blyton, Serüven serisi. Hala kapaklarını hatırlıyorum. Renkli küçük çerçeveler içinde bir illüstrasyon, dört çocuğun resmi. Bir de onların papağanları Kiki vardı, yeşil papağan. O dönemler, biz şimdi yapmıyoruz, çocuk kitaplarının isimlerini Türkçeleştiriyorlardı. Çocukların isimlerini bile hatırlıyorum. Çok faydası olmuştur o serinin okuma alışkanlığını kazanmama. Kendim keşfettiğim ilk kitaplardı bunlar, okurken çok keyif alırdım.”
Editörlük mesleğine çevirmenlikle başladın aslında. Oradan geçiş yaptın. Bu geçiş nasıl oldu? İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası ilişkiler okudun. Bu alanla ilgili bir şey yapmayacağını nasıl anladın?
“Aslında o alanda çalıştım bir süre. Bir sivil toplum örgütünde önce bir staja başladım. Orada da bir dergi yayımlanıyordu. Turkish Policy Quarterly. Yabancı dilde yayım yapan bir dış politika dergisiydi. O dönem için tam mezun olduğum işi yapma fırsatıydı. Stajdan sonra yardımcı editor olarak devam ettim. Genel yayın yönetmenimiz vardı. Başka editörler vardı. Daha sonra arkadaşlığımız da sürdü bu insanlarla. Onlardan da çok şey öğrenmiştim. O dönem makaleler geliyordu ve onların ilk okumalarını ve son okumalarını yapıyordum. Dergiyi matbaaya gönderme süreci ya da bir grafiker ile oturup yan yana çalışmak. Şunu şöyle yapalım, bunu böyle yapalım, şunu düzeltelim demek. Ya da bir mesela ozalit kontrolü yapmak gibi şeylerle orada tanıştım. Benim kitap editörlüğümden önce dergi editörlüğüm var. Çok sorumluluk aldım orada.”
“Aslında bayağı inişli çıkışlı bir macera benimki. Bir noktadan sonra aslında yapmak istediğimin bu olmadığına karar verdim ve yeni şeyler aramaya başladım. O dönem aynı okuldan mezun olduğum bir arkadaşım, İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali'ni (İTEF) yapıyordu. Bir gün karşılaştık, onu gördüm etkinliklerde koştururken, yazarlarla. Çok hoşuma gitmişti. Ne kadar dinamik bir iş diye düşündüm. ‘Keşke ben de edebiyatla ilgili bir şeyler yapabilsem ama nereden başlayacağım asla bilemiyorum.’ Derken kendi çalıştığı edebiyat ajansında bir pozisyon olduğundan bahsetti. Ben de başvurdum. Derken çok hızlı bir şekilde kabul aldım ve orada çalışmaya başladım. Tabii yepyeni bir alandı edebiyat ajansı. Yaptığım işten, o zamana kadar yaptıklarımdan bambaşka bir işti. Burada çocuk kitapları üzerine uzmanlaşmaya başladım. Her gün bültenler hazırlayıp, Türkiye'deki yayıncılara gönderip, kitaplar seçip, onların aracılığını yapıyordum aslında yurtdışıyla Türkiye arasında. O dönemde birçok çocuk kitabının Türkçede yayınlanmasına katkıda bulundum diyebilirim. Ve o dönemde çocuk kitaplarını yakından tanıma fırsatım oldu. Yani resimli kitaplardan tutun da romanlara, çocuk romanlarına her dilden kitap elimizden geçiyordu. Çok güzeldi. Uluslararası kitap fuarlarına gidiyorduk.”
"Ajanstaki işimden ayrılıp bu sefer de editörlüğe geçmek istediğimi, yani kitap yayımlayan tarafta olmak istediğimi fark ettim. Her şeyden biraz biraz denedim kendi yolumu bulana kadar aslında. Çünkü bir noktada evet çok keyifli, dinamik bir iş olsa da hep aracısınız ajansta. Ben kitabı sahiplenmeyi seviyorum. Bir kitabın üretim aşamalarının birçoğunda söz sahibi olmak, emek vermek ve nihayetinde o kitabı basılı olarak eline alıp görmek, okurların o kitapla ilgili yorumlarını okumak, bunlar beni çok mutlu ediyor. Bir anlamda üretim aşamasını sahiplenmek, onlara tanık olmak."
Şu an Can Çocuk Yayınları’nda çalışıyorsun buradaki editörlüğe geçiş sürecin nasıl oldu peki? Orada da çeviri ile mi başlamıştın yoksa editörlükle mi başladın?
“Yolum İpek Şoran’la kesişti. Yayın koordinatörümüz, hâlâ da arkadaşız. Bizimle çalışmak ister misin diye sordu. Bize kitap önererek başlarsın, sonra kitaplar editlersin dedi ve işte önce dışarıdan, sonra inhouse çalışmaya başladım orada. Önce bir kitabı yayıma hazırladım. Sonra çeşitli kitaplar okuyup, raporlayıp onları yayın kurulunun gündemine sunmaya başladım. Sonra onlar benim bazen sıradışı, tuhaf, çılgın önerilerime rağmen bu kitapları çok sevdiler ve ‘Satsa da satmasa da bunları mutlaka basmalıyız,’ dediler. Genel yayın yönetmenimiz Samiye Hanım'ın bazen, ‘Ah bayıldım çocuklar, hemen bunu isteyelim!’ dediği kitaplar çıkıyordu. Çok mutlu oldum tabii ki. Sahiplenildi orada, önerdiğim kitaplar. Ve onları böyle sevinçle, heyecanla yayına hazırladık hep beraber, ekipçe. O zamandan beridir de devam ediyorum editörlüğe.”
"Benim için en heyecan verici kısmı galiba bu. Bir kitabı bulup, seçip, okuyup, onunla ilgili heyecan duyup sonra onu ekiple, bir yayın kuruluyla paylaşmak. Aynı heyecanı onlarda da görmek ve sonra eğer mümkünse o kitabın Türkçe telif haklarını almak ve sonra kitabın macerasının başlaması; çeviriye gönderilmesi, çeviriden döndüğünde editoryal sürecinin başlaması derken işte kitap basılana kadar, onu elimize alana kadarki macera."
İlk çevirdiğin kitap neydi? Onun sendeki önemini kayıtlara geçirelim isterim.
“Avustralyalı bir yazar Martine Murray’nin Molly Pim ve Milyonlarca Yıldız adlı, 10 yaş ve üzerine hitap eden bir çocuk romanı. Neden benim için önemli? Çünkü Can Çocuk'ta çalışmaya o zamanlar daha yeni başlamıştım. Birçok çeviri yapmıştım aslında ama bunlar hep daha önceki işimden dolayı yaptığım şeylerdi; bülten çevirileri, makale çevirileri, küçük küçük kitap parçalarıydı ve hiç baştan sona bir kitabı çevirmemiştim. Cesaret edemiyordum. Gözümde büyüyordu ve çok da ciddiye alıyordum. Yapabileceğimi hem bir yandan biliyordum hem de kalkışmak zor geliyordu. O dönem bu kitabı okuyup, çok sevip yayınevine önermiştim. Büyülü gerçekçi bir anne kız hikâyesiydi ki bir büyüme hikâyesiydi de aynı zamanda. Çok keyifli bir hikâyeydi. O dönem yayın koordinatörümüz İpek Şoran, arkadaşım aynı zamanda ve yayın yönetmenimiz Samiye Öz’e, ‘Ben çevirebilir miyim?’ diye sordum. Editörlükten çok farklı bir deneyim. Dile hâkim olmak ve iki dil arasında karşılaştırma yaparak bazen köprü dillerden, bazen orijinal dilden metinleri karşılaştırmaktan farklı bir şey. Baştan sona bir kitabı çevirmek bambaşka bir şey. Sağ olsunlar beni çok yüreklendirdiler ve nihayetinde o kitabın çevresine talip oldum.”
“Birinci bölüm. Başlıyorum ve devam edemiyorum. Aynı paragrafı tekrar tekrar okuyorum. Sürekli bir şeyler değiştiriyorum. O editörlüğün de verdiği alışkanlıkla tabii. İçime sinmiyor asla. Kelimeleri değiştiriyorum sürekli. Cümle yapısını baştan değiştiriyorum. İlk bölüm artık ezberimdeydi neredeyse. Sürekli baştan sona okuyup okuyup duruyordum ve ilerleyemiyordum. Sonra baktım bu iş böyle olmayacak, biraz çevirip geçmeyi de öğrenmem gerekiyor. Daha sonra o bölümlere dönebilirim. Çünkü bazı yerlere takılıyorsunuz. İlerleyemiyorsunuz, moraliniz bozuluyor. İşin içinden hiç çıkamayacağınızı düşünüyorsunuz. Ama aslında hiç de öyle olmuyor; o an zihniniz çok yorgun olabiliyor. Yarım saat sonra bir kahve içip dönüp geldiğinizde, o kısmı tekrar okuduğunuzda bakıyorsunuz ve cuk diye oturan bir çözüm buluyorsunuz. O kitap benim için kapağında adını ilk gördüğüm, ekibimle beraber elime alıp sevindiğim, kutladığım ilk çevirimdi ve onun yeri bende her zaman ayrı olacak.”
📌 Hatırlayalım: Üretmenin mutluluğu 💙 Birinci sezonun on üçüncü bölümünde konuğum çevirmen Göksenin Abdal kitap kapağında çevirmen olarak adını görmekle ilgili şöyle şahane bir cümle kurmuştu. "Gün sonunda kitabın kapağında kendi adını gördüğünde yaşadığın şey büyük ihtimalle bir düğün kartında sevdiğin insanla adını yan yana görmekle aynı şey." Bölümü dinlemek isterseniz tık tık.
Bugüne gelelim çevirdiğin son kitaplardan biriyle devam etmek istiyorum.
“Bu Kitabı Yasaklayın” dönemimizi de anlattığı için çok başka bir yeri oldu bende, bu kitabın çeviri süreci senin için nasıl geçti?
“Senin de söylediğin gibi bugün yaşadığımız sansür, otosansür, kitap yasakları, ifade özgürlüğü gibi konulara değinen yani bir meselesi olan bir kitap, Bu Kitabı Yasaklayın. Başlangıçta bu kitabın çevirisine talip olurken gergindim, bir noktada kendimi davalarda bulur muyum? diye düşündüm. Gördük, kitaplar siyah poşetlere giriyor, sansüre uğruyor, bunlar çok üzücü. Bir yandan da bunun neden çok saçma olduğunu 9 yaşında çok tatlı, kitapurdu bir kız çocuğunun perspektifinden anlatan bir kitap. Başta şüphelerim olsa da çevirisine talip oldum. 2021’di sanıyorum, pandemi döneminde daha az kitap alıyorduk ve yayın programında bazı kitaplar erteleniyordu. Bu da ertelenen kitaplardan biriydi. Başta bu yüzden moral bozukluğu yaşadım. İlk üç bölümünü çevirdim ve ara verdim. Çünkü kitabın başkahramanı 9 yaşında küçük bir kız çocuğu ve onun sesini çok iyi oturtmam gerektiğini düşünüyordum. Kendimi onunla özdeşleştirip onun sesini çok iyi yansıtmam gerektiğini düşünüyordum. İlk üç bölüm daha yavaş ilerledi sonra kitap ertelenince bir süreliğine ara verdim çeviriye. Tabii sonra kitap bir anda hızlanmaya başladı. Temposu arttı, heyecan fazlasıyla arttı. Zaten meselesi olan bir kitap, konular bizim için çok güncel, bağ kurabileceğimiz konular olduğu için de hızlandım, her gün bir bölüm çevirmeye başladım ve bir anda tık tık tık o kitap aktı gerçekten. Çok keyifliydi o süreç benim için”
Olaf ve Aydın'ın hikâyesi 🐋
"Aydın: Bir Beyaz Balinanın Gerçek Hikâyesi" kitabının yazarı
Olaf Koens ile söyleşimizi buradan okuyabilirsiniz.
Hem editör hem çevirmen olduğundan sormak istiyorum editörlüğünü yaptığın çeviri kitaplarda bu iki şapka arasındaki geçişi ve düşünce dünyasını nasıl dengeliyorsun?
“İki şapkayı da beraber takıyor gibiyim. Her ikisi, hem çevirmenliğim hem editörlüğüm sürekli birbirleriyle etkileşimli bir diyalog halinde diyebilirim. Ama çevirmen olduktan sonra editörlüğümde kesinlikle faydasını gördüğüm birçok şey var. Bir şeyler benim için değişti. Bir kere çevirmenin alanına daha fazla saygı duymaya başladığımı söyleyebilirim. Yani elzem değişiklikler tabii ki yapılması gerekiyorsa yapılıyor ama kendi özel tercihleri varsa ya da bazı ifade biçimleri tercihleri; onlara çok fazla müdahale etmemeye ve saygı duymaya alıştım artık. Kafama takılan bir şeyler varsa burada da çevirmenle diyaloğum devreye giriyor. İyi bir diyalog kurmak tabii ki çok önemli ve bunu kurabiliyoruz. Ben çevirmenlere sorular soruyorum, ‘acaba bunu daha iyi bir ifade edebilir miyiz?’ diyorum, örneğin. Notlar yazıyorum, o bana notlar yazıyor ve metne çevirmenle birlikte en iyi halini vermeye çalışıyoruz.”
Bologna Kitap Fuarı her sene gidiyorsun, gitmeye çalışıyorsun. Zaten çocuk edebiyatı dünyası için çok önemli bir fuarı orası. Nedir senin için önemi? Sana verdiği ilhamdan konuşalım isterim.
“Orada kendimi çok iyi hissediyorum çünkü editörlük, sen de bilirsin ki daha çok bilgisayarınızın başında, metinlere kapanıp, odaklanıp böyle yazı-çizi, düzelti, ile geçen bir süreç ve daha içedönük bir iş aslında. Bunun için kendi dünyanızın dışına, okuyup yazdığınız, sürekli ve yalnız çalıştığınız ortamın dışına çıkıp sizinle aynı işi yapan yazarlar, çizerler, editörler, yayıncılar, ajanslarla bir araya gelmek ve bunu Bologna'da bahar mevsiminde yapmak harika bir deneyim. Bu fuar daha çok trade fair dediğimiz kitapların telif hakları için buluşulan fuarlardan biri. Dolayısıyla yayıncılar birbirlerine çeşitli kitaplar anlatıyorlar ve sen onun yayın listene alıp almayacağına karar veriyorsun zaman içinde. Bilgisayar başında bültenlerde bulamayacağın, katalogları inceleyerek seçemeyeceğin kitapları bir anda karşında görüyorsun ve harika bir kitap bu deyip, bir standa gidip, o kitabı hemen inceleyebiliyorsun. Oradaki yayıncının o an randevusu bile olsa, biriyle görüşmesi bile olsa bir iki dakika araya girip bu kitaba bayıldım, işte bu da benim kartvizitim, lütfen bunu bana gönderir misin, diyebiliyorsun.”
"Diyalog kurmak, yüz yüze gelmek, seninle aynı işi yapan insanlarla bir araya gelmek ortak dertleri paylaşmak, ortak neşeyi paylaşmak çok iyi geliyor. Ve tabii sadece yayıncılık alanında yazarlara değil illüstratörlere de çok alan açan bir fuar Bologna aynı zamanda."
“Çeşitli öğle yemekleri veriliyor stantlarda. Ya da mesela artık fuar bitmek üzereyken, saat beş buçuk, altıya yaklaşırken bir anda bir kokteyl oluveriyor, bir anda içki bardakları çıkabiliyor. O insanları tanıyıp tanımaman önemli değil. Hop, bir anda sen de katılabiliyorsun ve herhangi biriyle tanışıp bir anda laflamaya başlayabiliyorsun, derken, daha sonra beraber bir iş yapabiliyorsunuz. Çok güzel çünkü hem tanımıyorsun bu insanları hem de o kadar her şeye aşinasın ki bir anda o bağ, o diyalog kurulabiliyor. Bunlara alan açtığı için aslında Bologna Kitap Fuarı çok özel benim için.”
Yetişkin olarak çocuk kitabı okumamızın zihnimize etkisi. Çünkü bence üreten zihinlere özellikle biraz böyle altını çizmek istiyorum bunun. Nasıl bir etkisi var sence? Yani burada işte ben dediğim gibi yani çok daha sakinleştiren, düşünceni bazen temele indiren, yani gerçekten çok basit düşünmeni sağlayan, o basitlikten de o problemleri çözüme seni götüren bir yerde bence çocuk kitabı okumak. O yüzden sen nasıl hissediyorsun bu konuda diye fikrini alayım.
“Evet, bazı önyargılar var. Yani artık yetişkin olunca çocuk kitabı okumak bırakılmalı. 18 yaşına geldiniz, artık size biraz böyle tepeden bakabilirler. ‘Hâlâ niye çocuk kitabı okuyorsun?’ Halbuki çocuk kitabı okumanın çok iyileştirici bir etkisi var. Ben vazgeçemiyorum. Çocuk kitabı okumaya devam ediyorum. Burada Domingo Yayınları’nın yayımladığı, Katherine Rundell'ın Neden çocuk kitapları okumalıyız? Ne Kadar Büyük ve Bilge Olursak Olalım adlı kitabına bir gönderme yapabilirim çünkü orada çok güzel açıklıyor.”
“Çocuk kitapları bana eskiden olduğu gibi şimdi de umudu anlatıyor. Diyorlar ki, bak cesaret böyle bir şey, cömertlik böyle bir şey. Çocuk kitapları bana büyücüler, aslanlar ve konuşan örümcekler aracılığıyla yaşadığımız dünyanın şakalar yapan, çalışıp didinen ve acılara katlanan insanların dünyası olduğunu anlatır. Çocuk kitapları der ki, dünya kocaman bir yer, umut kıymetli. Der ki, yiğitlik önemli, ince zekâ önemli, duygudaşlık önemli, sevgi önemli. Bunları duymanın ve konuşmanın gerekli ve acil olduğunu düşünüyorum” diyor ve ben buna yüzde yüz katılıyorum.
“Kesinlikle o umudu tekrar hatırlamak, o hayal gücünü yani artık yetişkin olduğumuzda biraz geri plana düşen hayal gücümüzü tekrar tetiklemek ve dünyaya hem şimdi kendi gözlerinizle, olduğunuz yetişkin insanın gözleriyle bir de kendi küçüklük halinizle yani içinizdeki çocuğun gözleriyle bakabilmek müthiş bir şey. Önünüzde yepyeni kapılar açabiliyor ve size çok iyi geliyor. Çocuk edebiyatı aynı zamanda kaybettiğimizin farkında bile olmadığımız bazı şeyleri bulmamıza yardım ediyor.”
Burada podcast bölümünden bazı kısımları okudunuz.🙃 Bölümün tamamını Spotify’dan dinleyebilirsiniz.
- Dergi No.1 çıktı! Postane Dükkan’da raflarda online almak isteyenler için ise burada.
Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” belgeseli 4K kalitesinde yenilenmiş versiyonuyla MUBI’de. Belgeselde 20 sene öncesinin İstanbul’u başrolde onu önden söyleyeyim, biz bunları göremedik diyen bir nesil için dev hizmet. 👏🏻 Bir not olarak şunu da söyleyip bu sayıya veda edeyim. İşte tam da bu yüzden kaydedelim diyorum. 🙃
Şu bölüm ve podcast geldi, tam kalbimin orta yerine oturdu 🥲 Edebiyatın, kitapların, kelimelerin dünyasının hayatımda bir zamanlar ne kadar aktif olduğunu ve bana olan hayati etkisini hatırladım. Ben de çocukken Pervin öğretmenim Ökkeş serisini okuturdu hep. Köylü Ökkeş'in masum, dünyadan bi' haber, yeni şeyler öğrenen çocuk dünyasında bulurdum hep kendimi. Ya da Altın Kitap aynı şekilde, buradan daha çok Gülten Dayıoğlu - Işın Çağı Çocukları kitabının kapağı aklıma geldi hemen. Tuğçe'nin bu sektörden biri olarak deneyimlerini dinlemek de eşsizdi tabii. Her şeyi bırakıp kitap seçesim, bülten hazırlayasım geldi. Kolay olduğunu düşündüğüm için değil tabii, sadece özlediğim, bu sektörde herhangi bir şekilde var olmak ve yine o kitapların daimi bir yolcusu olmak istediğim için. Lise'de "Ben büyüyünce kitap çevireceğim." diyerek seçtiğim dil bölümü ve ardından okuduğum İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümü heyecanı ve merakı yitip gitti mi acaba benden bilmiyorum. Tuğçe-Ece sohbeti bende güzel duygular uyandırdı, teşekkürler. 🌸
💖✨