Gerçekten "Tek Başına" mıyız?
Tek Başına kitabının yazarı Rebacca Seal ve kitabın çevirmeni Gökçe Çalışkan ile söyleşi.
Merhaba,
İki haftadır burada yoktum. İlk hafta bazı teknik sorunlarla uğraşıyordum sonraki hafta ise henüz sezon finali yayınlanmadı ancak sezon finalini sevdiklerimle kutlama hazırlıklarıyla ilgileniyordum derken hasta oldum. 🤧 Evet farkındayım ve buraya bir 🧿 boncuğu bırakıyorum. Hepimiz için tekrar iliştiriyorum. 🧿 Sezon finalini kutladığımız o geceye sezonu kapatırken bir yazı ile tekrar döneceğim.🌟 💙
Ama bu haftanın söyleşisi tam da kendimi tek başına hissetmediğim zamana denk geldi. Ekranlara bakıp günlerimizi geçirirken birkaç saat sadece birbirimizle konuşmak ruhuma yine iyi geldi.
Bu haftaki sayıda tek başına olmak ya da olmamak soru(n)larını biraz masaya yatıyorum.
Kendi işinin patronu olmak demek tatilde bile çalışmak demek midir?
İşimin benim için anlamı çok yüce mi olmalıdır?
Neden sürekli bitkin hissediyorum ya da tam rahatladığımda şak diye hasta oluyorum?
Sorular bu şekilde uzar gider. Nasıl Üretim Kaydı, üretmenin her hâlini konu alıyorsa Rebacca Seal da “tek başına” onun kelime tercihiyle “solo” çalışmanın kaydını önce podcast olarak tutmuş ardından bunu bir kitap hâline getirmiş. Ben kitapla tanıştığımda zihnimde tükenmeye dair çanlar çalmaya başlamıştı. İşin kötüsü her gün üzerine bir şekilde tartıştığım ya da düşündüğüm şeyleri bir türlü düzene sokamıyordum. Sık sık ülkenin bugünkü durumuna bağlıyordum. Kitabı okuduğumda freelence çalışma hayatındaki problemlerin de epey evrensel olduğunu gördüm. Seal, gazetecilik ve editörlük deneyimlerinden bahsederken gerektiğinde araştırma verilerine de yer veriyor. Tam burada acaba bu verinin bizdeki karşılığı nedir derken çevirmenin buna dair notlarını sayfanın altında görüyorum. Eh böyle olunca bu kitabın çıkış sürecinin kaydını tutmak da Üretim Kaydı’na nasip oldu diyelim.
Çeviri destekleri için Yasmin Güleç ve Burcu Kuleci’ye teşekkürler.
Ece
Tek Başına kitabının yazarı Rebacca Seal ile söyleşi
Pandemi öncesinde kitabınız üzerinde çalışmaya başladınız. Birçoğumuz pandemi sırasında yalnız çalışmayı deneyimledik. Topladığınız verilerle, analizlere nereden ve nasıl başlayacağınıza nasıl karar verdiniz?
2019'da çalışmaya başlamamın öncesinde fikir uzun zamandır kafamdaydı. 2014 yılında, şahsen ihtiyacım olan ‘tek başıma’ çalışmamda beni yönlendirecek ve tek başına çalışmanın zihin sağlığı üzerindeki etkilerini içeren bir kitabın olmadığını fark ettim. O zamanlar çok sistematik bir yaklaşımım yoktu, kendi sorularıma cevap arıyordum (Başarı nedir? Yalnızlıkla nasıl başa çıkabilirim? Zamanımı her zaman çalışmayacak veya iş hakkında düşünmeyecek şekilde nasıl yapılandırabilirim? Çalışmaya ne zaman hayır diyeceğimi nasıl bileceğim?) ve yol boyunca bulduklarımı topluyordum. Bu gerçekten çok kişisel bir proje ama aynı zamanda, diğer solo çalışanlarla onların zorlukları hakkında dürüstçe konuşmaya başladığımda, hepimizin aynı şeyleri sadece sessizce ve kendi başımıza yaşadığımızı hemen anladım.
Özellikle olumsuz olan deneyimlerinizi oldukça açık bir şekilde dile getiriyorsunuz. Söylemek istediğiniz şeyleri hiç sansürlediniz mi? Veya kendinizi sansürlememeye nasıl karar verdiniz?
Mümkün olduğunca dürüst olmak önemliydi ama kendimi bir şekilde sansürlediğimden eminim. Zaten sansürlememek mümkün değil. Ve kitabın benim sadece şikayet ettiğim bir şey olmasını istemedim, özellikle de nispeten ayrıcalıklı bir konumdan yazdığımı biliyorken. Hatalar yapmış olmam ve çok zor zamanlar yaşamış olmam (böylelikle insanlar onların hissettiği şeyleri hissettiğimi bileceklerdi) ile röportajlara ve verilere dayanarak, görüşlerimi olabildiğince güçlü bir şekilde ifade edebilmek arasında denge bulmaya çalıştım.
Kitabınızı okuduğumda zihinsel olarak biraz tükenmiş durumdaydım. Neden bu kadar çok çalıştığımı sorguluyordum, zamanı yönetemediğimden şikayetçiydim bu yüzden tatillerde bile çalışıyor buluyordum kendimi. Kitabınızı bitirdiğimde birçok cümlenizi altını çizdiğimi, notlar aldığımı ve yeni çalışma pratikleri oluşturduğumu fark ettim. Okuyucularınızdan bu tür geri dönüşler alıyor musunuz ve bu sizi nasıl hissettiriyor?
Bunu paylaştığınız için çok teşekkür ederim ve işe yaramış olmasına çok sevindim. Kitabı faydalı bulan insanlardan sürekli mesajlar alıyorum. Şimdiye kadar on dile çevrildi ve bu yüzden dünyanın dört bir yanından mesajlar ve e-postalar alıyorum, bu inanılmaz ve hiç beklemediğim bir şey. Kitabı sadece yüzlerce serbest çalışan için yazdığımı düşünmüştüm! Ama pandemi kitleyi tamamen değiştirdi. 2021'de, kitapta başladığım konuşmaları devam ettirmek için Solo Collective adlı bir podcast başlattım. Ve binlerce insana solo çalışma hakkında konuşmalar ve atölyeler verdim. Solo'nun bu kadar çok insan için değerli hale geleceğini hiç düşünmemiştim, olağanüstü bir deneyim oldu. Ve pandemi sırasında, aksi takdirde yapabileceğim pek bir şey olmadığını hissederken, yapabileceğim bir şey olduğu için çok minnettardım.
Web siteniz ve kitap arasındaki bağlantıyı seviyorum, okurken sık sık web sitesinde eklediğiniz kaynaklara baktım. Yemek tarifleri kısmı bence çok önemliyi çünkü tek başıma çalıştığım ilk yıllarda yemek yemeyi sık sık unutuyordum. Ama mutfağa gidip kendinize yemek hazırlamanın ilham verici bir şey olduğunu düşünüyorum. Katılır mısınız?
Bugüne kadar on üç yemek kitabı yazdım, bu yüzden kesinlikle katılıyorum. Yemek benim kendime olan aşk dilim! Yalnızken yemek sadece yakıt ve önemli bir şey değil diye karar vermek çok kolay (ve elbette bazı insanlar için yemek ilginç değil ve bu da tamam). Ama benim için kendimi ve başkalarını özen ve düşünceyle beslemek, ne kadar önemli olduğumuzu göstermenin başka bir yolu. Ne yememiz gerektiği ve ne yemememiz gerektiği hakkındaki söylem, iyi yemekte bulabileceğimiz neşeyi tehdit ediyor ama yine de yemeği seviyorum, hem yemek yapmayı hem de yemeyi seviyorum.
Kitap on farklı dile çevrildi. Yalnız çalışırken karşılaştığımız sorunlarda bu kadar çok benzerlik olduğunu görmek beni şaşırttı. Okuyucularınızla yaşadığınız etkileşimlerden aklınızda kalan anılar var mı?
Komik bir şekilde, etkileşimler oldukça benzer, bu yüzden tek bir tanesinin unutulmaz olduğunu söyleyemem. (Hepsini hatırlıyorum, söylediğim gibi kitabın bu kadar erişime ve güce sahip olmasını beklememiştim, bu yüzden hepsi çok güzeldi.) Bu başlı başına gerçekten tatmin edici. Herkes aynı şeyin bir başka versiyonunu söylüyor: "Sadece benim olduğumu sanıyordum. Bu işi beceremediğimi düşünüyordum. İşimden ve hayatımdan ne istediğimi nasıl anlayacağımı bilmiyorum. Daha çok çalışmanın ve daha fazla para kazanmanın beni mutlu edeceğini düşünüyordum ama değil. Tükendim ve bundan nasıl çıkacağımı bilmiyorum." Bunlar hissettiğim ve yardım bulmak istediğim ve sonrasında başkalarına yardım etmek istediğim şeylerdi, insanlar kitabın bunu yaptığını söylediğinde bu gerçekten inanılmaz bir his.
Kitabın çevirmeni Gökçe Çalışkan ile söyleşi
Kitapta verilere dayalı bir anlatım var, çevirmen olarak bu verilerin Türkiye’deki karşılığını bulup çeviriyi bu anlamda desteklediniz. Bu araştırma süreci nasıl geçti? Ondan başlamak isterim.
Verilerin Türkiye’deki benzerlerini/ karşılıklarını dipnot olarak ekleme fikrini aslında Düşbaz Kitaplar yayın yönetmeni ve dostum Cansu Canseven’e borçluyum. Üniversitede çeviri kuramlarını öğrenirken de en çok üzerinde durduğumuz meselelerden biriydi çeviri kararlarını alırken hedef kitleye uygun hareket etmek. Kitapta verilerle desteklenen durumların Türkiye’de nasıl olduğunu araştırırken en önemlisi hangi kaynakları baz alacağıma karar vermekti. Çünkü sizlerin de bildiği gibi internetin ve sosyal medyanın –doğru kullanılmazsa– artık çöplükten farkı yok. Ortalık yalan ve yanlış bilgiden geçilmiyor. Fotoğraf ve videolara ayrıca dikkat etmek gerekiyor çünkü yapay zekâ elinden çıkma çok fazla sahte görsele denk gelebiliyoruz. O sebeple Uluslararası Çalışma Örgütü, Ekonomik Kalkınma ve İş birliği Örgütü, Türkiye İstatistik Kurumu gibi ilgili kuruluşların resmi siteleri, resmi kaynaklar, devlet yetkililerinin açıklamaları ve güvenilir araştırma sonuçlarını kullanmaya özen gösterdim. Bu anlamda veri gazeteciliğinin öneminden de bahsetmek istiyorum. Sayısal verileri okuyup yorumlayıp herkes için anlaşılır hale getirebilmek, bana kalırsa, gazetecilerin edinmeye çalışmaları gereken yetkinliklerden.
Gökçe, senin de çevirmenlik kariyerinin yanında gazetecilik geçmişin de var. Bu kitabın çeviri süreci “duygusal” olarak nasıl geçti onu merak ediyorum.
Yazarımız Rebecca Seal da önceleri gazeteci, ardından freelance olarak çalışmaya, kendi işinin patronu olmaya karar veriyor. Kitabı çevirmeye başladığımda ben de bir kuruma bağlı olarak tam zamanlı gazetecilik yapıyordum ve tabii ki günün birinde kendi haber sitemi açıp kendi kendimin patronu olacağımı hayal ediyordum. Bu açıdan çeviri yaparken bir yandan da yazarımıza çok imrendim. Yıllarca bir yerlere bağlı çalıştıktan sonra kendisi için yeni bir yol çiziyor, elbette zorluklar yaşıyor ama götürüyor bir şekilde. Bu noktada biraz üzüldüm ve üzülüyorum çünkü Türkiye’deki gazeteciler aslında freelance çalışmak zorunda bırakılıyor. Yani yazarımızınki bilinçli, kişisel bir tercih ama ülkemizde bu bir zorunluluğa dönüşebiliyor. Maddi ve yayın politikalarına bağlı sebeplerden dolayı gazeteciler kendilerine çalışacak kurum bulamıyor ama meslekten de bir türlü kopamadıkları için bu işi freelance olarak bir şekilde götürmeye çabalıyor. Herkes için durum böyle değildir elbette ama gördüğüm genel manzaradan bahsediyorum. Bir yandan çeviriyi yaparken bir yandan da bu ikilemin içine ben de düşmüştüm aslında. Yazarın hem kendi hayatı hem de kitapta anlattıkları beni hem cesaretlendirdi hem de bana sık sık iç geçirtti doğruyu söylemek gerekirse. Eğlendirdiği kadar düşündüren bir çeviri süreci oldu özetle.
Kitap bir “kafayı yememe rehberi”, senin kendine not aldığın ve uygulamaya başladığın öğretiler oldu mu?
Bu kitabı çevirmek istememin bir nedeni de henüz kendi işimin patronu olamasam da yaklaşık üç yıldır evden çalışıyor olmamdı. Biliyorsunuz uzaktan ya da hibrit çalışma modeli pandemiyle hayatımıza girdi. Pandemide tabii çok insan hayatını kaybetti, çok büyük zorluklar yaşayanlar oldu, bunları tenzih ediyorum ama benim hayatımın en zevkli süreçlerinden biriydi. Evden çıkamadığımız o günlerde ne kadar mutlu olduğumu anlatamam size. O yüzden evdeyken ben kafayı yedim diyemem, aksine kafayı topladım. Yine de hem çevirisini yapıp hem de bir kenara not alıp kendi hayatıma uyguladığım çok şey oldu. Örneğin çok çalışmanın, uzun saatler çalışmanın, işi hayatın merkezi haline getirmenin bir meziyet olarak görülmesinin tamamen Sanayi Devrimi’nin sonucu olduğunun anlatıldığı bölümü çok beğenirim bu kitapta. Her ne kadar sosyal medya tam tersini yapmaya zorlasa da kendimizi kimselerle kıyaslamamak gerektiği, başarının tanımının herkes için farklı olduğu, herkesin kendi hızında ilerlediğine dair telkinler de bir hayli rahatlatıcı olmuştu. Bunun yanı sıra planlamaya ve ertelemeye dair yazılanların çoğunu birebir uyguladım diyebilirim. Gözümü en korkutan işleri tamamlamayı gün sonuna bırakmayıp ilk iş onları halletmek gibi. Kendime uygun bir rutin oluşturmak ve ona bağlı kalmaya çalışmak gibi. Bilgisayar ekranımın yakınlarında bir bitki bulundurmak, yemek yemeyi unutmamak, arada sandalyeden kalkmayı ihmal etmemek, e-posta kutusuna bakmayı bir noktada bırakmayı bilmek gibi. Yazara bir tek “anlamlı iş” konusunda dediklerinde katılamadım sanırım. Aslında söyledikleri çok doğru. Siz, yaptığınız iş değilsiniz, kendinizi işinizle bu kadar özdeşleştirmeyin, her iş anlamlı olmak zorunda değil. Yine de insanın çok sevemediği, sahiplenemediği işlerde çalışması da zulümden farksız oluyor diye düşünüyorum. Malum en büyük tartışmalardan biri şu: “Sevdiğiniz işi yaparsanız aslında bir gün bile çalışmış sayılmasınız.” Bir açıdan çok tehlikeli bir bakış açısı olmakla birlikte bir açıdan da doğru buluyorum bunu.
Bir sonraki sayıda podcast’in yeni bölümüyle görüşmek üzere.
"Simge Pınar | adında "sevgi" geçen bir rock albümü yapmak" bölümündeki "yalnızlık cesaret ister" vurgusunu hatırlattı bu sayı. Belki de asla o kadar cesur ve yalnız olamayacağız hayatımızın çoğunda. İstesek de istemesek de.