Kendi kendinin tarihini yazma olasılığı: “Eksilerek Biriken”
Bu hafta, 5 Ağustos’a kadar Depo’da görülebilecek, “Eksilerek Biriken” sergisinin küratörlerinden Ozan Ünlükoç ve serginin sanatçılarından Furkan Öztekin’le gerçekleştirdiğim söyleşi sizi bekliyor.
Bağımsız aktivist ve sanatçılardan oluşan Sınır/sız ekibi bu sergide “Kendi arşivlerimizden yola çıkarak geçmişi yeniden örgütleyebilir miyiz?” sorusuna cevap arıyor. “Eksilerek Biriken”, varoluşumuzu şekillendiren ve bizleri güçlendiren kişisel arşivlere, queer bir gözle yeniden bakmayı amaçlıyor ve kendi kendinin tarihini yazma olasılıklarını ve queer yöntemlerini araştırıyor.
📌 Bu sefer söyleşimiz biraz uzun, mailinizde tamamanı görememe ihtimaline karşı sağ üst köşedeki “open browser” yazan butona tıklayarak sayıyıyı tarayıcıdan okuyabilirsiniz.
Ece: Ozan, ilk sorum sana. Önce biraz Sınır/sız ekibini tanımayanlar için ondan bahsedelim istiyorum. Sınır/sız 2018’den bu yana queer feminist söylem ve üretimlerin görünür olmasına katkı sunuyor. Bu oluşum nasıl kuruldu?
Ozan: 2018 yılında ilk sergimizi açmamıza rağmen kuruluş yılımızı 2017’de Kasa Galeri’de gerçekleşen bir kolektifler buluşması sayabiliriz. O kolektifler buluşmasında biz birkaç arkadaş bir araya gelmiştik ve o sene 2018’de Onur Haftası’nda sergi açılmayacağını öğrenmiştik. O zamana kadar Onur Haftası’nda çok uzun zamandır açılan sergilerin çok fazla sanatçıya alan açtığını da biliyorduk. Bu yüzden de çok önemli bulduğumuz bir etkinlikti bizim için. Açılmıyorsa o zaman biz açalım dedik. Daha önce Onur Haftası sergileri, bu gelenekten gelen İzmir’de başka uluslararası sanatçılar da getirdiğimiz böyle bir takım bir sürü başka işler yapan insanlar olarak biz bir araya geldik. Daha önceki deneyimimizle de birlikte, “yapar mıyız?” diye sorduk ve “yaparız” oldu. Tabii bütçesiz başladık, kendi cebimizden birçok şeyi de karşıladık başlarda. Tesadüf ki o sene “Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi” açıldı ve ilk açılışında bir sergi yapmayı düşünüyorlardı, ev arkadaşım orada çalışıyordu. E tamam! Orada yapalım o zaman dedik ve ilk sergiyi 2018 yılında bir grup sergisi olarak açtık.
Sınır/sız genelde grup sergisi açıyor, yani bir tane solo açtık şimdiye kadar. Genelde grup sergisi yapmayı tercih eden ve sanat piyasasında yer alan sanatçıları oraya dahil etmek noktasında birazcık daha çekingen davranan bir oluşumuz. Bu grup sergilerinin ortak özelliği de oradaki sanatçıların bir arada etkileşimle birbirlerini yükseltmeleri. Bazen öyle bir şey oluyor ki, sanatçı portfolyo yapmayı bilmiyor ya da başvuru yapmayı bilmiyor, buna dair sorular soruyor. Bu sayede o etkileşim Sınır/sız’da bir sergi açmaktan bağımsız olarak bir sanatçılar ağına dönüştü. Ve hâlâ soru alabiliyor ben bile soru alıyorum, “Şunu nasıl yapalım?” “Böyle mi yapalım?” gibi... Genelde Onur Ayı’nda açıyoruz sergiyi. Haziran ayında denk getiriyoruz her sene ve bir konsept belirliyoruz, tabii daha önce daha kalabalıktık. Bazı insanlar işte başka yerlere gittiler, başka projeler yapmak istediler. Şu anda ben, İlhan Sayın, Metin Akdemir ve Şafak Şule Kemancı var. Böyle bir bağımsız küratör ekibiyiz şu anda.
Sergi açıldıktan sonra ilk kez bu sene bir çağrı yaptık. Mail adresimize, queer feminist felsefesinde iş üreten sanatçıların portfolyolarını çağırdık. Bu bir seçki ya da açacağımız sergiye dair bir hazırlıktan ziyade aslında neler var, neler oluyor? Onu görmek için ve sanatçılarla tanışmak için bir çağrı. Çağrıda portfolyolarını sinirsizsergi@gmail.com adresine göndermelerini rica ettik ve bu çağrı devam halen devam ediyor.
Ece: Senin de söylediğin gibi Sınır/sız’ın her yıl Onur ayına denk gelen haziran ayında açtığı sergi dizisinin beşincisi bu sene “Eksilerek Biriken” adını taşıyor. Sergi, arşiv kavramı üzerinden sanatçıların kişisel geçmişlerinde yer etmiş “anlamların” izini sürerek hafıza üzerinden bir örgütlenme önerisinde bulunuyor. Üretim Kaydı’nı kuran insan olarak benim sergide en ilgimi çeken bu çıkış noktası oldu. Ben de burada kişisel hafızamıza bir yolculuk yaptığımı düşünüyorum çünkü. Sizin için bu çıkış noktası nasıl oluştu? Biraz bahsedebilir misin?
Ozan: Aslında arşiv üzerine çalışmayı düşünüyorduk. Yani işte bugün LGBTİ+ dernekler kapatılıyor, hatta kendi kararlarıyla kapatılıyorlar çünkü STK olmak zaten başlı başına çok zor bir şey Türkiye'de. Bir spesifik olarak STK’nın arşivini sürmek, arşiv izini sürmek gibi bir yerdeydik aslında. İşte bununla ilgili ekipmanlar toplandı ve bir süre devam etti aslında daha önce böyle bir yerdeydik fakat işte arşivin kullanımıyla ilgili yani spesifik olarak o arşivin kullanımıyla ilgili bir problem çıktı. Telifler alınabilir miydi acaba? Arşivden kullandığımız fotoğraflar için izin alma meselesi çok karmaşık bir hale geliyordu. Biz o arşivi kullanırken de güncel sanatçılardan o arşivin hissettirdiği şeylerle ilgili ortak çalışma mı yapsak? diye zaten düşünüyorduk. Bu arşiv hikâyesi iptal olunca o zaman biz yıllarca kendi tarihini kendisi yazmış insanlarız ve kendi tarihini kendisi yazmış insanlar olarak bizim etki ettiğimiz çok fazla insan var. Yani bugün kime sorsan şunu söyleyebilir rahatlıkla. “O gün de onun yardıma ihtiyacı vardı, şöyle şöyle bir şey yaşamıştı, o gün onu aldık, öyle yaptık, çok iyi hissettirdik, şöyle oldu, sakladık, güçlendik, bir araya geldik, kahkaha attık…” Şimdi bu etkileştiğin ve senin hayatında olan bir şeyken aslında senin de tarihin oluşturuluyor. Çünkü büyük büyük işte destansı hikâyelerimiz belki yok ama bunlar küçük kazanımlar, küçük etkileşimler. Ve bu küçük etkileşimlerin aslında söylediği çok ciddi şeyler var diye düşündük. O zaman biz kendi tarihimizi yazalım ve bugün iletişim kurduğumuz, “Eksilerek Biriken” sergisinin sanatçılarına şu soruyu sorduk: “Sizin kendi tarihinizi kendiniz yazdığınızı varsayarsak ve biz hepimiz küçük birer tercih isek, o zaman bizi var eden şeyler geçmişimizden bugüne ne olabilir? Bizi güçlendiren, bizi biz yapan şeyler ne olabilir? Hem bunu güçlendirmek anlamında hem de belki de aslında yılgınlık yaratan şeyler, bize ağırlık yapan şeyler, bırakmak istediklerimiz, bunlar neler olabilir?” Diye bir soru sorduk. Sağ olsun onlar da cevapladılar ve sergi oluştu.
Ece: Serginin sanatçılarından Furkan’a geçmek istiyorum. Furkan, senin bu polaroid fotoğraflarla sunduğun kendini kaydetme sürecin nasıl başladı önce onda bahsedelim istiyorum. İleride bir sergi fikriyle oluşturulmuş bir arşiv değil çünkü bu gerçekten kişisel olan bu arşivin toplumsal hafızada nasıl bir yer ettiğini görüyoruz bence.
Furkan: Resim okumaya başlamadan önce aslında ben fotoğrafla ilgileniyordum ve ilk olarak Zenit marka bir analog fotoğraf makinesi aldım kendime. 2008’de lise okumaya başlamadan önce analog fotoğraf çekerek aslında ilk fotoğraflarımı üretmeye başladım ve tabii bir şeyler biriktirmeye başladım. Daha sonra bu resme doğru evrildi ama ilk olarak fotoğraftı aslında benim ilgimi çeken şey. Hatta güzel sanatlar fakültesinde resim mi okusam, grafik tasarım mı okusam, yoksa fotoğraf mı okusam diye düşünerek üç tane yolun ortasında da kalmıştım. O yüzden fotoğraf hep vardı benim için. Şu an kendi çalışmalarımda da fotoğrafı doğrudan kullanıyorum materyal olarak, fiziksel olarak fotoğrafı kullanıyorum. Polaroid de aslında bu dönemlerde hayatıma girmiş bir şeydi. Özellikle 2012’de ben İzmir’e taşındım yani Tekirdağ’da yaşıyorum ben ailemle, ilk defa İzmir’e taşındım ve o sırada resim eğitimi almaya başladım. Resim eğitimi alırken de önce otoportre ile başladık aslında ve otoportre çok sık bir şekilde üzerinde durduğumuz bir mevzuydu, sürekli aynadan kendimize bakarak işte yağlıboya, lavi, mürekkep gibi farklı tekniklerle kendi portremizi resmediyorduk. Ben de dolayısıyla o dönemlerde kendimi aşırı maruz kalıyordum, sürekli aynada kendime bakıyorum eve döndüğümde de aslında gün içindeki o maruz kaldığım durumu bu sefer fotoğrafla bu nasıl bir his verecek ben de diye fotoğraflar çekmeye başladım. Başta zamanlayıcı ile çekiyordum, daha sonra yakın arkadaşım varsa yanımda o çekiyordu. Gece canımız sıkılıyor kalkıyoruz kılıktan kılığa girip fotoğraf çekiyoruz, üst değiştiriyoruz fotoğraf çekiyoruz böyle bir yıldı 2014. Sergide yer alan polaroid fotoğraflardan da ilki 2014 yılında.
Benim aslında İzmir’de ailemin yanında olmadığım dönemlerde biraz böyle hem kendimi bulma sürecim, kendi kimliğimi oturtma sürecim. Aynı zamanda da kendi sanatsal pratiğimi nereye doğru evriltirim diye düşünürken, başvurduğum bir alandı fotoğraf ve polaroid fotoğraflar. Yine o dönemlerde yine queer sanat tarihi üzerine de araştırmalar yapıyordum. Polaroid fotoğraf hem fotoğraf olarak hem de bir nesne olarak da queer sanat tarihinde yeri olan ve sıklıkla başvurulan bir nesne, bir arşiv nesnesine de tekabül ettiğini görmüştüm o zamanlarda. Öyle öyle birikmeye başladı aslında bunlar. Böyle kasıtlı bir şey değil ama benim hem rahatladığım, kendi özel alanımda, kamusal alan dışındaki bir yerde kendimi aradığım; bazen bulabildiğim, bazen bulamadığım, yanıldığım böyle bir seri olarak başladı ve bugün bunların sergi olarak biliniyor olması da garip hissettiriyor, iyi hissettiriyor.
Ece: Furkan sergide yine sana ait nesnelerin (kasetler gibi) bir sergi objesine dönüşmesi durumu var. Bu sana nasıl hissettirdi? Özellikle de sergi seyirci ile buluşmadan evvelki hislerini merak ediyorum.
Furkan: Ailemden gelen fotoğrafı biriktirme, anıyı kaydetme, onu yıllar sonra belki açıp bakma gibi huylarım var zaten. Sergide yer alan bu işlerim için kavramsal metnini konuşurken biraz kişisel arşivlerin bugün ne anlama geldiğini de sorguladık ve ben de şuna yöneldim; halı altına koyduğum, kimseye göstermediğim, kimseyle paylaşmadığım fotoğraflar ve resimlere… Bu polaroid fotoğrafları da kimse görmedi, sergide yer alan resimleri de kimse görmedi. Biraz o bunu açık etme hali iyi hissettirdi, özellikle bu mayıs seçimlerinden sonra baskının, şiddetin, hedef gösteriminin günden güne arttığı bir dönemde tamamen kendimi açık etmenin, hiçbir boşluk bırakmamanın o hazzını yaşadım. Hâlâ da o güçlendirici bir deneyim oldu aslında o fotoğrafların orada benim için olması. 8-9 yıldır sergi açıyorum hiçbir zaman resim sergilemedim. Fotoğraflarla aynı şekilde arşvimden hatıra nesnelerinin orada olması, eksik yanlarımı öne çıkardığım; aslında her zaman gösterdiğim kendimden daha farklı bir benlik sunduğum bir şey orada. Güçlendirici ve iyi hissettiren bir yanı var onların orada oluyor olmasının.
Sergiyi kurarken de bazı nesneler ve eşlikçi materyaller sergiye dahil ettik, vitrinlerin içine. Benim getirdiğim birkaç kaset vardı No Doubt ve Aşkın Nur Yengi’nin kasetleri mesela. Onları orada değil daha farklı bir yerde görüyor olmak da çok değişik bir yerlere gidiyor. Mesela 2010’lar queer sanatı Türkiye’deki queer sanat ya da bu dönemde üretim yaptığım için bunu diyorum. 2010’lar 2020’lerde neler oluyor, insanlar merak ediyorsa ben onlara böyle bir şeyler sunmak isterim. Hani ben, böyle biri var, böyle biriydim ben, böyle bir şeyler yaptım, bu sergileri açtım, bu yazıları yazdım; politik atmosfer buydu, kültür sanat alanında bunlar oluyordu… Aslında bugünden bir şeyler bırakmak ve ilerisi için biraz faydalı olabilmek iyi hissettiriyor bana. Oralarda gezinmek istiyorum. Sergiye gelen insanlarla da konuştuğum zaman benim sergi için paylaştıklarımın onlar için de ilham verici ve güçlendirici şeylere dönüştüğünü de gördüm. Dolayısıyla birinin kişisel arşivi başka biri için cesaretlendirici ve adım attırıcı bir şeye dönüşebilir. Oralarda ben heyecanlanıyorum ve iyi hissediyorum.
Ece: Ben senin resim üzerine eğitim aldığını biliyordum ama hafızamda yer etmemiş bu mesela. O an “aaa bir dakika resmi mi okuyordu?" Evet resim okuyordu doğru.” deyip sevindim ve Güzel Sanatlar Fakültesinde resim de çok zor bir disiplin. Senin sergilenen işlerin bu döneminde çizdiğin ama aslında Onur Yürüyüşü’ne de eklenmediğin işler. Bu arşivi paylaşmak sana nasıl hissettirdi? Bu işlerinle barışık mıydın diye sormak istiyorum. Çünkü bu işlerin eğitiminin ilk yıllarındaki üretimlerine dair de söyledikleri var.
Furkan: Şöyle açıklayabilirim sana. Fakülteye başladığımda yani ilk iki sınıf hazırlık sınıfı olarak geçiyor ve bütün materyalleri, malzemeleri deniyorsun. Kömürden kaleme, mürekkepten yağlıboya ya da su bazlı boyalara her şeyi deniyorsun. Kendini yakın hissettiğin malzemeyi arayışın aslında bu senin. Bu mürekkep de okulun ilk yıllarında yani 2012 gibi benim başladığım ve galiba bütün malzemeler arasında en sevdiğim şey çini mürekkebi olmuştu. Yaparken böyle aşırı rahat hissediyordum kendimi yani, rahatlamış da hissediyordum ve o mürekkebin böyle terapi bir yanı da var. Böyle kâğıt üzerinde kağıda nüfuz edişi, kağıttan akışı, suyla hemhal olması falan. Dönüyor aşı su bardağın içinde falan. Mürekkep böyle güzel bir şeydi benim için ve objeler çevremde, atölyede bulunan objeleri aslında resmetmeye başlamıştım.
Bu sergide yer alan işler de aslında 2019 yılının sonundan, pandeminin başladığı dönemden ben mürekkebe geri dönmüştüm böyle rahatlamaya ihtiyacım vardı gerçekten ama kendimi sıkıyordum. Sonra evde neler var etrafıma bakındım, resmini yapmak isteyeceğim neler olabilir diye. Annemin şemsiyesi vardı, onu koydum yaptım. Abimin bir düdüğü vardı mesela, onu yaptım. Bir maske, gibi gibi böyle ilerledi. Daha sonra ben onları kağıtlar buruştuğu için böyle halının altına attım ve unuttum aslında onların orada olduğunu. Sergi için düşünürken de sergi fikriyle Ozan'a şey dedim ben, elimde bunlar var benim, son zamanlarda toplantılar yaparak ilerliyorduk ve aslında konuştuğumuz şeylerle de çok fazla uyuyordu. Hani halı altında unuttuğum resimler niye sergiye gelip bir anda dahil olmasın ki? Daha sonra 4 tane kağıt üzerine mürekkep iş vardı. Ben de sergi vesilesiyle mürekkebe geri dönünce 4 tane daha çalıştım, çünkü çizim öyle bir şey. Yapmayınca elin geriliyor ya da hiçbir şey yapmasan bile belki daha iyi resmediyor olabiliyorsun. O da nasıl hissettiğinle de alakalı biraz. Toplamda da resmedilen 8 tane nesne, eşya oldu. Bu eşyalara baktığımızda da aslında Onur Haftası yürüyüşlerinde kullanılan şeyler. Evet hem benim kişisel tarihimde yer alan şeyler, hem de aynı zamanda Onur Haftası yürüyüşlerinde gördüğümüz bayrak, işte pankart, düdük, yelpaze gibi şeyler ve böyle hem benim kendi tarihimle, hafızamla, hem de bugünün LGBT+ hareketiyle 2017 sonraki seyrinde neler oluyor diye. Biraz böyle oralarda gezinen bir seriye dönüştü bunlar.
Sanat pratiğimde kâğıdı yani kolajı kullanıyorum ben daha ağırlıklı olarak. Fotoğrafı kullanıyorum ama resme geri dönmek ve üniversite yıllarında aslında öğrendiğim, görmeyi öğrendiğim bir şeye geri dönmek iyi geldi bana. Tabii ki de böyle, hani müthiş mürekkepler, çok iyi işler falan filan demiyorum ama böyle, bana iyi hissettiriyor açıkçası. Hâlâ arada çalışıyorum mesela sergiden sonra da duruyor mürekkebim, arada çıkarıyorum, bir şeyler yapıyorum.
Ece: Çok güzel hikâye. Bu “halı altındakiler” kelimesini mecaz olarak kullandığınızı zannediyordum ama bayağı gerçekmiş!
Furkan: Bir tane kişisel sergi açacak kadar iş var halının altında. Böyle duruyor hepsi. Bilmiyorum ne zaman çıkar onlar.
Ece: Ozan, sergiye katılan sanatçıların Üzüm Derin Solak, Okyanus Çağrı Çamcı ve Furkan Öztekin’in yanı sıra Seçil Epik, Berkant Çağlar, ve Fisun Yalçınkaya’ya da “Bir sanatçı ya da yazar olarak kişisel arşivlerinize ne kadar değer veriyorsunuz ve arşivlerinizdeki objelerin hayatınızın geri kalanında nasıl bir etki bıraktığını söyleyebilirsiniz?” sorusunu yönelterek arşive yaklaşımlarını bir yazıyla aktarmalarını istediniz. Bu kitapçığın sürecinden de biraz bahsedelim istiyorum önemli bir arşiv çıktı oradan.
Ozan: Önce sanatçılardan başlayayım. Üzüm Derin Solak, Okyanus Çağrı Çamcı ve Furkan’la çalışırken. Bu üç sanatçının üretim sürecinin birbirleriyle konuştuğu ve birbirlerine çok yakınlaştığı bir durum var. Biz de zaten çıkan şeyin ne olacağını bilmeden biraz başladık. Biraz böyle aile kavramı, ailenin bizdeki etkileri gibi şeyler de yer yer ağır basmaya başladı. Bunu görünce, bu sergiye gelen kişinin kendine de sorduğu bir soru olsun bu soru dedik. Sergiyi gezerken ve buna müteakip acaba başka nasıl sorular sorulabilir, başka nasıl cevaplar verilebilir? Tam olarak bir bağ kurulması için başka nerelerden yaklaşılabilir? Diyerek bir tanesi akademisyen olmak üzere sanatçılar hariç üç kişiye daha bu soruyu sorduk. Berkant Çağlar, akademisyen ve antropoloji üzerine doktora yapıyor ve o nesneler üzerine çalışıyor daha çok. Bir yandan onun bu soruya tam da cuk oturan, hepimizin aslında küçük birer tarihçi olduğundan hareketle tatlı bir akademik bir yazısı var. Seçil Epik, kendi günlüğünden yola çıkarak o günlüğün ona yaptığı ağırlık üzerinden yazdığı bir yazısı var. Fisun Yalçınkaya’nın da kendini hiçbir nesneye ait hissetmeme, hiçbir nesneyi kendi bünyesinde tutmama ve bunun aidiyet üzerinden kurduğu baskıya dair okuma yaptığı bir yazısı var. Şimdi, bu başka başka yaklaşımlar da sergiye girerken sanatçıların iç dünyasına dair de başka sorular sorabileceğimiz bir izlek görevi de görüyor bir yandan. Biraz aslında bu esnekliği, bu akrobasiyi izleyene kazandırmak için yaptığımız bir şeydi kitapçık hem de kendimize de aslında sorduğumuz bir soruydu.
📌 Editör notu: Berkant Çağlar’ın “Eksilerek Biriken” sergisinin kitapçığında yer alan metni Argonotlar Kütüphanesinde.
Ece: Ben de tam kendimize sorduğumuz üzerinden ilerlemek istiyordum.
“Bir sanatçı ya da yazar olarak kişisel arşivlerinize ne kadar değer veriyorsunuz ve arşivlerinizdeki objelerin hayatınızın geri kalanında nasıl bir etki bıraktığını söyleyebilirsiniz?” Bu soruya gelen yanıtlarla ve bence etrafındakilerle de bunu konuşmuşsundur. Sence üretenler insanların arşiv tutma pratikleri nasıl buna dair bir gözlemin var mı? Benim gördüğüm bu arşiv tutma pratiğinin belli bir nesilde kaldığına dair çünkü.
Ozan: Kişisel olarak cevaplamam gerekiyorsa eğer benim arşivle olan bağım, dönemi anlamakla ilgili. Hem sahip olma arzusunu da içinde taşıdığı hem de bir yandan dönemi anlamakla ilgili bir arşiv çalışmam var. Kendi açımdan, kendi arşivim için. Ev arkadaşım şöyle der, hani bir şeyi anlatırken böyle nuh nebiden alıp da başlıyorsun der ve çok da eleştirilirim bu konuda. Biraz böyle evet, bu bende tarihçi olmanın da verdiği bir şey olabilir. Bir yandan bir sahip olma aruzu da taşıyor sanırım, yani bütün bulut hesaplar, bulut depolama alanlarında bir sürü arşiv var ama bunun motivasyonu şu; baktığım şeyin en başını biliyor olmak. Bu bende bir güç hissettiriyor. Kendi açımdan cevaplıyorum bunu. Ama bütün bunların dışında romantik bir yan da var, insan kendi hayatını çok kıymetli bulur. Kendi yaşadığı şeyi çok kıymetli bulur ve kendi hikâyesi çok kıymetli olduğu için bunu söylemeyi tercih eder.
Ece: Aslında hepimiz bir arşiv tutuyoruz ister istemez. Sosyal medyaya koyduğumuz fotoğraf bile öyle. Ama bunu böyle çok arşiv pratiği ile yapmıyor gibiyiz. Hani bizim nesil yine analog çekelim aman basılı olsun, aman yok olmasın, bulutta kalmasın deyip daha temkinli. Bizim bir arşiv yapma niyetimiz yine böyle biraz var gibi, yani bunu pratik olarak yapmak istiyoruz ama mesela bazıları da hiç istemiyor bunu, hiç burada değil ilgilenmiyor saklamakla, kalıcıkla. Furkan, sen sanatçı olarak nasıl bir yerdesin arşiv tutmaya dair?
Furkan: Sanatçı arşivleri çok kıymetli. Yani bugün bile bir sanatçının arşivine dair bir sergiye ya da bu bağlamda yaptığı bir şeye gittiğimizde çok etkili, ilham verici olabiliyor. Dolayısıyla ben de bir sanatçı olarak, yani görsel sanatlar alanında, kültür sanat alanında çalışan biri olarak arşiv yapıyorum, bunun mutlaka gerekli bir şey olduğunu düşünüyorum. Mesela benim üretim sürecime dair bir görsel ya da çalışma ortamım, atölyem gibi bunların dokümantasyonunu yapıyor olmak aslında yaptığın işin bir nevi sağlamasını yapmış oluyorsun arşivinde tuttuğun şeylerle. Bunlar belge olabilir, herhangi bir şey olabilir; kalıcı ya da uçucu şeyler de olabilir, söz de olabilir, farklı bir şey de olabilir ama bunu böyle sanki şu an ya da bugün niye var olduğumuzun ilerde sağlamasını yapabileceğimiz bir şey olarak yorumluyorum arşivi ve kişisel arşivleri. Aynı zamanda yazı yazıyorum ben de uzun zamandır da sanatçıların arşivleri ve biyografileri üzerine de araştırma yapıyorum. O yüzden böyle son zamanlarda daha da ilgimi çeken bir şey var arşivin. Ben de böyle elimden geldiğince tüm gücümle sadık kalmaya çalışıyorum o biriktirme durumuna, haline. Aslında hep vardı o bende uzun zamandır da son zamanlarda biraz bunu daha bilinçli yapmayı istiyorum, zorluyorum kendimi.
Ozan: Burada tabii şöyle bir şey var, konuyu başka yere çekmek ne kadar doğru bilmiyorum ama bunu eklemeden geçemeyeceğim. Bu ara çok sık düşündüğüm de bir konu “arşivimize bakıyoruz”, “geçmişimize bakıyoruz” gibi etkinlikler ve yazılar çok görüyorum. Burada şu çukura tabii düşmemek gerekiyor yani, bir şeyin nostalji sarhoşluğuyla mı yapılıyor yoksa bir değerlendirme içinde mi yapılıyor olduğu noktası bence çok kıymetli. Bence bu nostalji çukuruna düştüğümüz çok fazla an var. Özellikle bu sergiyi kurarken de şunu yapmamaya gayret ettik yani “eskiden ne kadar güzeldi her şey” dememeye gayret ettik çünkü bunu dediğimiz sürece elimiz kolumuz bağlanıyor ve artık gelecekte bir şey yapma motivasyonumuz da kırılıyor. Bu nostalji sarhoşluğu içinde çok fazla etkinlik görüyorum ve oradaki gözyaşları ve oradaki buğulu sohbetlerin kendinin çok problemli olduğunu düşünüyorum. Nostalji ben de severim, çok geçmişte yaşayan biriyim belli açılardan ama bunun böylesi bir ağlama duvarına dönüşüyor olması durumu beni çok tedirgin ediyor. Bunu da söylemiş olayım, bu benim görüşüm tamamen.
Ece: Evet katılıyorum, Üretim Kaydı’nın çıkış noktası da oydu çünkü yani bugün bizim yaptığımız tüm eylemleri biz ne kadar kaydediyoruz ya da ne kadar eyleme dair bir şey söylüyoruz, gelecekte bugüne bakmak isteyen birine ne söylüyor olabileceğiz? Gibi bir noktadan çünkü benimkisi de. Furkan’ın dediği gibi tüm bu süreçlerden çıkan sergiler paylaşımlar ilham veriyor bize. “Ay ne kadar güzeldi” demek yerine “evet bunu ne kadar güzel kaydetmişler, yazmışlar” dediğim bir yerden bakıyorum ben hep. Zaman zaman da bugünü kaydederken ileride güzelleme yapmakla suçlanır mıyım? diye de düşünüyorum. İç döküş oldu. Furkan senin tekrar mürekkeple üretmeye başlaman da güzel bir nokta. Bugüne güzel cümleler söylüyor bence, özellikle de serginin açtığı alana dair. Benim sorularım bu kadardı. Çok mutluyum ikinizle söyleştiğimiz için çünkü Üretim Kaydı’yla böyle doğrudan eklemlenen bir sergiyi kayıtlara geçirmek istiyordum.
Furkan: Üretim Kaydı’nın mantığıyla çok paralel serginin ilerleyişi. O yüzden çok güzel paslaşma oldu bence.
Sınır/sız ekibinin sanatçı ve yazarlara ilettiği soruyu, Üretim Kaydı sizlere iletiyor.
👀 Bir sanatçı ya da yazar olarak kişisel arşivlerinize ne kadar değer veriyorsunuz ve arşivlerinizdeki objelerin hayatınızın geri kalanında nasıl bir etki bıraktığını söyleyebilirsiniz?
📌 Bağlantıdan yanıtınızı bize iletebilirsiniz.
Deşifre: Esra Şenoğlu
🗓️ Eksilerek Biriken sergisini 5 Ağustos’a kadar Depo’da ziyaret edebilirsiniz.
💌 Üretim Kaydı öneriyor
Kitap: “Hayatı Hatırlamak, Otobiyografik Belleğe Bilimsel Yaklaşımlar”
Etkinlik: Bozcaada Caz Festivali
Film: Hepimiz İçin 9/8'lik Bir Dövüş, Yönetmen: Gizem Aksu
“Çingene gibi dans ederek dövüştüğü’’ için Nazi rejimi tarafından ayrımcılığa maruz kalan ve Wittenberge Konsantrasyon Kampı’nda öldürülen Sinti-Roma boks efsanesi Rukeli Trollman’dan ilham alan film, yönetmenin Berlin’e göç deneyiminin ve İstanbul’daki adalet dövüşünün izlerini sürüyor.” Filmi MUBI Türkiye’den izleyebilirsiniz.Dizi: The Playlist
Müzik: Nina Simone - Save Me
Sergi: Salt Galata, Başka Kayda Rastlanmadı: Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Arşivi
👏🏻