Tanışamama hikâyeleri de kayıtlara geçmeli
Daha önce Meeting Jim'in üretim sürecini konuştuğumuz yönetmen Ece Ger, bu sefer "Nasıl Oldu da Agnès Varda’yla Tanışamadım" isimli ilk kitabıyla Üretim Kaydı'nda. 🎉
Merhaba,
Ağustos bitmiyor derken eylül ayının ilk haftası bitti bile, sezon her sene olduğu gibi hızlı ve yoğun başladı. Festivaller programlarını açıklamaya başladı. Eylül ayı benim için “çoğunlukla” film izleyerek geçecek gibi görünüyor.
Bu sayıda daha fikir aşamasındayken haberdar olduğum "Nasıl Oldu da Agnès Varda’yla Tanışamadım" kitabının üretim süreci üzerine kitabın yazarı Ece Ger ile konuştuk.
Pek çoğunuz onu Meeting Jim’in yönetmeni olarak tanıyordur. Biz 2021 yılında filmin üretim sürecini konuşmuştuk ama yetmemişti dakikalar! Burada imdadıma bu kitap yetişti diyebilirim. Kitap hem bir tanışamama hikâyesi hem de Meeting Jim (2018) filminin kamera arkasına, pazar buluşmalarının derin sohbetlerine bizi götüren bir yolculuk. Ece’nin film yolculuğu boyunca ıskaladığı ve ıskalamadığı bu tanışıklıklar, farklı ülkelerin üretim süreçlerine bakışına dair de bir perspektif sunuyor. Kitabı okurken zaman zaman “Oha, Ece onunla da mı tanışmış!” derken buldum kendimi. Tanışamamın ucundan dönülen o anlarda “Ah be!” derken. Kitabın son sayfası da bittiğinde gözlerimden süzülen yaşa engel olamadım. -Editörünüz biraz duygusal.- Sanıyorum Varda bunu okusaydı bol bol güler ve Ece’ye “iyi ki tanışmadık da bu süreci yazdın,” derdi. Bazı betimlemelerinin ise hayranlıkla altını çizdim. Sık sık üretmek üzerine düşündüm, bir ülkenin “şebeke suyuya katılan o özgüven maddesi” kısmında kahkahalarımı tutamadım. -kitabı okuyunca beni anlayacaksınız- Bakalım neler kayıtlara geçmiş.
Bir ilk olarak, kitabın sonuyla başlayacağım, kitabın adından da anlaşılacağı gibi bu bir tanışamama hikâyesi sen hangi noktada ya da ne zaman bunu yazmaya karar verdin?
Tam olarak hangi noktada karar verdiğimi hatırlayamıyorum ama hatırlamaya çalışırken 2019 yılının son aylarından bir görüntü geldi aklıma…Vapurdayım, Açık Radyo’ya gidiyorum. Meeting Jim’in İspanyol yapımcısı ve yakın arkadaşım Marta’yla telefondayız. Ona çok iyi bildiği bu tanışamama hikâyesiyle ilgili yazmak istediğimi söylüyorum. “Yazsana o zaman” diyor. “Yazamam” diyorum. “Neden ki?” diyor. Cesaretim olmadığını söylüyorum. “Yazarsın, bal gibi de yazarsın” diyor. Gülüp geçiştiriyorum.
Biz Meeting Jim üzerine bölüm kaydettiğimizde sen kayıt dışında bana bahsetmiştin bu projeden ben de benzer bir cümle kurmuştum. “Bunu yazman lazım!” O zamanlar senaryo olarak yola çıkmıştın, nasıl kitap olmaya evrildi?
Senaryo ve İngilizce olarak başladı, yavaş yavaş kendi yolunu buldu. Henüz birkaç sahne yazdıktan sonra senaryo formatının beni sınırladırdığını farkedince hikâye formatına doğru yön değiştirdim. İngilizce’den Türkçe’ye geçişim de aynı şekilde oldu! Sonuç olarak senaryo formatında yazmamış olsam da bu hikâye benim için bir film. Yönetmeni aranıyor!
Bu kitabı bir gün filme çekmeyi düşünür müsün? diye soracaktım yanıtını vermiş oldun. Neden sen çekmeyi düşünmüyorsun, peki?
Bilmem, bu hikâyeyle geçirdiğim mesaiden sonra sanırım başka denizlere yelken açmak istiyorum. Ama hayat bu, belli de olmaz...
Kitabın daha ilk bölümünde aklıma şu soru geldi. Bu diyalogları Ece geriye dönüp nasıl hatırladı? Aradan çok az zaman geçmiş değil resmen yıllar var. Senin için kendi anılarındaki o diyalogları yazmak, mesafeyi korumak ve kollamak nasıldı?
Hafızamın beni yanıltma payını da hesaba katarak hatırlamak aslında hiç zor olmadı diyebilirim. Aklıma bütün kareler diyaloglarıyla birlikte geliyordu. Sanırım en zor kısım dünya değişirken, her şey dahil ben de değişirken, yakın geçmişe dair bir hikâyenin duygusuna girmek ve o ruhla, oradan dünyaya bakmaya çalışmak oldu.
Bu hikâyeni bölümlere ayırmaya nasıl karar verdin? En zorlandığın ve en kolay yazdığın bölüm hangisiydi?
İlk ve en kolay yazdığım bölüm son bölümdü. Zaten bana bu kitabı yazdıran da son bölüm oldu. Hiç unutamayacağım o anla başlıyor benim için hikâye. (Spoiler vermeyelim. 😊) Oyunun hikâyenin akışını belirleyen unsur olması da ilk andan beri hiç değişmedi. En sona bıraktığım ve kitap yayınlanmadan bir ay önce yazdığım için en son ve yazmaya en zor karar verdiğim ama çok büyük keyifle yazdığım bölüm olarak da Susi’yi söylemem gerekecek.
İkili seçme sorularını sormayı da bana sorulmasını da sevmiyorum ama senin yazma sürecinin uzunluğunu bildiğim için merak ettim. Kitap yazmak mı? Senaryo yazmak mı? Senin için daha üretken hissettiğin alan hangisi?
Film yapmak. Film yapmak. Film yapmak. Yazmaksa çocukluğumdan beri benim için yemek yemek gibi, uyumak gibi, sohbet etmek gibi. Doğal olan, bana iyi gelen, günlük hayatımın bir parçası.
Kitap yazmayı kurgu masasına benzetebilir misin?
Kesinlikle! Hatta Oğuzhan (Kitabı okuyanlar kim olduğunu biliyor 😊 ) kitabı okuduktan sonra tanıdığı kurgucuları sayıp onlar da demek ki kitap yazabilir demişti. Meeting Jim’in kurgu sürecinin bu hikâyenin iskeletinin oluşmasında çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Örüntü, akış, kesip biçmeler, yer değiştirmeler, atmalar, kısaltmalar, yeniden almalar, yeniden atmalar, daha fazla atmalar, terzi tezgahına da benzetsek mi?
Kitabın bir kısmında o zamanki Ece’nin Varda’nın filmlerini izlememiş olduğunu yazıyorsun. Bu samimiyetin çok hoşuma gitti. Çünkü isminde Varda geçen bir kitapta böylesi bir itiraf “linç kültürünün” içinde boğulduğumuzu gördükçe bana cesurca geldi. Senin için o cümle ne ifade ediyor? O zamanki Ece ve bu zamanki Ece arasındaki fark ne?
Gözlemin için teşekkür ederim! Film teorisi okumak üzere yurtdışına gittiğimde öğrendiğim bir şeyden bahsediyorsun. 😊 Bilmediğine bilmiyorum demek. Türkiye’de durum farklı bence. Üniversite birinci sınıfta ilk derste şöyle başlıyor hayat, “Nasıl yani çocuklar, şu filmi izlemediniz mi?” Dolayısıyla insan kendini bilmediklerini gizlerken buluyor. Bu tamamen eğitim sistemiyle ilgili bir durum. Rahatça bilmiyorum demek, izlemedim, okumadım demek bir çeşit özgürlük gibi. Cevabı linçse de linçtir, ne yapalım? Binlerce kitabı okumadım, on binlerde filmi de izlemedim. Çok önemli bir sürü yazar ve yönetmenle henüz karşılaşmadım. Bu benim bir sinema ve edebiyat aşığı olduğum gerçeğini değiştirmiyor.
Kitabı okurken aynı zamanda Meeting Jim filminin de üretim sürecine şahitlik ediyoruz. Ben seninle podcast yapmıştım sürecin bir kısmını senden dinledim ama arada kalmış detayları okumak çok iyi hissettirdi. Her yönetmene tavsiye olarak söylediğim günlük tutun lütfen! Cümlemin, vücut bulmuş haliydi resmen. Geriye dönük yazarken kendi üretim sürecine bakmak nasıldı?
Film yapma sürecinin çok sancılı ama daha önemlisi olağanüstü bir dönem olduğunu hatırlattı bana, üzerine düşünmek, yazmak. Meeting Jim’in çekimleri boyunca günlük tutmuştum ama yazdıklarımı kolay kolay dönüp okuyamıyorum. Dolayısıyla o dönemi daha çok hafızamda kalan hissiyle yazdım.
Herkes üretim sürecini kaydetmeli fikrime katılıyorsun yani.
Kesinlikle katılıyorum. İstesek de istemesek de zihnimize kaydediyoruz zaten… Yoğunlaşarak bir işe odaklandığımda yazarak ya da herhangi bir şekilde o süreci kaydetmek aslında benim için hiç kolay değil. Onun dışına çıkıp bakmak ve üzerine yazmak. Ama elimden geldiğinde yalnızca o süreçlerde değil her zaman yazmaya gayret ediyorum. Mesela yaklaşık on senedir çoğu sabah uyandığımda rüyalarımı yazıyorum. Dönüp okumasam da kayıt tutmayı sürdürüyorum.😊
Kendine yazar diyebiliyor musun? Bu yeni bir şapka ve nedense biz bir başarı elde etsek o ‘sıfatı’ çok çabuk kabullenemiyoruz. Sen de durumlar nasıl?
Kendime yazar diyebiliyorum, en azından yazan biri çünkü dört sene bir fiil yazdım. Başarı ise pek ilgimi çekmeyen bir konu. 😊
Üretim Kaydı bu hafta ne paylaşmış?
Haftaya görüşmek üzere.