Üretmek de bir "Düet" diyoruz ve kayda basıyoruz: Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş
Bu bölümde konuklarım "Düet" belgeselinin yönetmenleri Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş ile filmin üretim sürecini konuşuyoruz.
Herkese merhaba,
Genelde konuşacak konu kalmadığında devreye giren hava durumu son bir haftadır seve isteye güle oynaya ve sıklıkla benim gündemimdeydi. Kar göremeden cemreler düştü derken, Ankara’mız sağ olsun beni kar görmeden uğurlamak istemedi. Kar, güneş, tipi, yağmur derken Vivaldi’nin Dört Mevsimi’yle size sevgiler. 💜
Bu bölümde konuklarım, benden sık sık duyduğunuz “Düet” belgeselinin yönetmenleri Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş.
Ece
İki eski sporcunun, İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ’ın beraber imza attığı DÜET, senkronize yüzmede olimpiyat hedefleri kuran iki genç sporcuyla, Mısra ve Defne’yle tanıştırıyor bizi. Onlar ülkemizde nadir bilinen düet dalında hayalleri için çalışırken, yeri geliyor kendi mayolarını dikiyorlar, motivasyonlarını kendileri ayakta tutmaya çalışıyorlar, her türlü önyargıyla baş etmek zorunda kalıyorlar. Mısra ve Defne’nin mücadelesi, ülkedeki kadınların mücadelesinden, sokaklara taşan isyandan yankılar taşırken, bir yandan da sporun dönüştürücü gücü ve dostluğa dair son derece neşeli ve isyankar bir hikayeyle taçlanıyor.
Pek çok festival dolaşıp ödüller toplayan DÜET, 16 Mart’tan itibaren sadece MUBI’de.
Düet’i ilk kez 2022’nin kasım ayında izlemiştim. Film bitimi “üretmek de bir düet” diyerek. Mısra’nın bugün filmin fragmanında bizi karşılayan şu cümlelerini o zaman aklıma kazımıştım. Bazen değişmek istemek çok normal en iyi yaptığını bildiğin o şeyden vazgeçmek ise cesurca!
Mısra: “Romantize etmekten birazcık çıkartacağım olayı. Belki işin büyüsünü bozacağım. Belki bir şey olacak falan ama hani ben artık çok keyif alarak yapmıyorum.”
Defne: “Biz birbirimize dayanıyorduk yani ben ona dayanıyordum, o bana dayanıyordu. Birlikte gidiyorduk. Şimdi o giderse ben düşer miyim? Ona emin değilim. Çünkü sadece partner değiliz yani çok yakın arkadaşız. Seneye devam edersek 12 yıldır düet yapıyor olacağız. O yüzden bilmiyorum ne olacak sonumuz.”
Bir şeyi neşe ve tutkuyla istemenin nasıl bir his olduğunu sanırım pek çoğumuz yaşadık. Üniversiteyi kazanırsak her şeyin yoluna gireceğinin öğretildiği hatta örneklerle gösterildiği bir kuşaktık. Daha kampüse attığı ilk adımda o hayal kırıklığını benim gibi yaşayanlar vardır burada belki de. Hayal kırıklığı bir noktadan sonra öfkeye o noktadan sonra isyana tam ondan sonra da kendi yolunu en baştan çizmeye doğru evriliyor. Cesaret gerekiyor, ağlamalar için ise bolca peçete sonra kahkahalarınıza dayanacak sağlam bir çene. 💌 Bu yüzden de Düet’i izlerken en temelde hayal etmeyi, istemeyi, bunun için çok çalışmayı ve bazen de sadece çalışmanın maalesef yeterli olmadığını hatırlıyorum. Ümitsiz bir yerden mi? Hayır! Aksine, en önemli olanın kendimiz olduğunu hatırlamanın güzelliğiyle “dünya yerinden oynar” diyerek görüyorum bunu. Ekin ve İdil’le festivallerde sık sık bir araya gelmenin mutluluğuyla Düet’e dair çokça konuşuyoruz ama en özel festival deneyimi benim için Mısra’nın da yer aldığı Ayvalık Film Festivali oluyor. Dördümüz bir deniz kenarında yüzmeye hazırlanırken yanımda yıllardır yüzen üç kadın ve yüzmeyi bilmeyen ben 👀 Ayaklarımı önce sıcak kuma basıyorum, şikayet etmiyorum… Sonra da denize giriyoruz, ben profesyonel bir yüzücüymüşçesine rahatım.🤿 Ayaklarımı denizin dibinde dans ettiriyorum zaman zaman Ekin’e ve İdil’e yaslanıp yüzüyorum. Omuz omuza! Yan yana! 🌸
Podcast’i tüm podcast kanallarından dinleyebilirsiniz.
Podcast’in başında Ekin ve İdil’in sekronize yüzmeyi nasıl ve hangi kararla bıraktıklarını, oradan da sinema okumaya nasıl karar verdiklerini konuşuyoruz. O yıllardan tanışıyor olsalar da arkadaşlıkları “Düet” için tekrar bir araya gelmeleriyle başlıyor. Birlikte sinemaya okumaya karar vermemiş olabilirler ama kader yine onları birleştirdi diyebiliriz. İlk uzun metraj yolculuklarının bildikleri bir alandan başlamalarının onlara bir konfor alanı sunup sunmadığı üzerine konuşarak filmin çıkış noktasını da kayıtlara geçirmiş oluyoruz.
İdil: “İlk başta evet daha konforlu gibi gelmişti. Proje danışmanımızın da söylediği buydu ‘bildiğiniz yer iyi olur.’ Evet ama bir yandan da çok bildiğimiz bir yer, her şeyini biliyoruz. Mısra ve Defne’nin sudayken ne hissettiğini, nerede nefessiz kaldığını, antremanın neresinde sıkıldığını, nerede eve gitmek istediğini hepsini biliyoruz. Aynı havuzlarda hatta aynı antrenörlerle yüzdük çünkü. O yüzden çok iyi bildiğimiz bir yere geri dönmüşüz gibi oldu, yabancı hissetmemek avantajdı, dolayısıyla da o çekim gerginliğini kıran bir şey oldu. Biz zaten buralardaydık, yine buralardayız sadece kameramızla birlikte buradayız. Ama başlarda şöyle bir şey de oldu ikimizin de su balesini bırakma hikâyesi acılı ve sancılı olduğu için benzer koşullardan geçtiğimiz, benzer hayal kırıkları yaşadığımız için öfkeliydik aslında. Biz bu kadar emek verdik bu spora ve elimizde şu an hiçbir şey yok, benim doğru dürüst görüntüm bile yok. Çünkü sürekli hazırlanan ve yüzülemeyen düetlerim oldu mesela, hiçbir sonuca varmayan. Dertleri anlatmak istiyoruz, bu ülkede böyle bu spor yapılmıyor şartlar çok kötü. Aslında bunlara aslında kapılma ihtimalimiz yüksekti ki bir dönem onlara odaklandık, iki ayrı film yapacağız diye yola çıkmıştık. Bir tanesi kısa/orta metraj su balesine odaklanan bir film olacaktı diğeri ise uzun metraj Mısra ve Defne’nin hikâyesini takip edecekti ama sonra yolda değişmeye başladı.”
Ekin: “O bildiğin yerden başlamak. Evet sorunlar vardı yaralıydık ama büyülü bir tarafı da var bu sporun oraya kapılırız diye korkmuştum açıkcası. Hatta filmi tamamlarken bir şey ifade edecek mi birilerine kaygısına kapılmıştık çünkü çok spesifik bir spor. Ama neyse ki öyle olmadı.”
İdil, baştaki iki ayrı film fikrinden bahsedince film, yolun başındakinden ne kadar uzak? diye soruyorum.
İdil: “Epeyi uzak. Başta o sporun bizde bıraktığı öfkeyle olan o yola çıkış, iki farklı filmin bir noktada birleşmesiyle çekimlerimiz de değişti. Birkaç kritik şey var filmde gördüğümüz aslında; Mısra’nın kararı, Mısra daha önce de sporu bırakma kararı almıştı. Ve biz daha yeni çekmeye başlamıştık 2017’de biz de durduk, onlar da durdu bir süre. Biz o zaman ikinci filmi yapamayacağız demek ki, sadece ilkini yapacağız diye düşünüp, durduğumuz boşluğu kurguyla doldurmuştuk, bir versiyon çıkartmıştık. Ve onu izledikten sonra karar verdik devam etmeye. Kendi içinde tutarlıydı, akıcıydı, heyecanlıydı ama aradığımız hikâye yoktu orada. Hayır devam etmemiz gerekiyor diye ilk kritik kararımızı verdik. Kameranın Mısra ve Defne’ye geçmesi önemli bir karardı. En başından beri şeyi istemiştik, çünkü her yerde olamıyoruz yani evet yarışlara gidiyoruz, antremanlara gidiyoruz ama yıl içinde onlar çok fazla yere gidiyorlar. Onlardan ufak ufak bir şeyler çekmelerini istemiştik, o birikim bizi pandemi döneminde kamerayı onlara gerçekten teslim edebilmemize kadar götürdü, çünkü alışık oldukları bir şeydi.”
Sizce bu belgesel, senkronize yüzücülüğe dair bir farkındalık yarattı mı?
Ekin: “Biz filmi şekillendirirken spordan ziyade karakter odaklı bir hikâye anlattık. O yüzden de insanlara çok geçti. Tamamen sporla alakalı bir şey anlatmadığımız için ama eski sporcular geliyor, hala spor yapanlar geliyor, ya da işte ‘Benim çocuğum da yapmak istiyor.’ diyenler geliyor böyle dönüşler alıyoruz. Mutlu edici oluyor; o zaman bu yapılmaz bu spor, hissiyle gelmiyorlar, evet bu sorunları biz de biliyoruz ama ne güzel mücadele etmişler duygusuyla yaklaştıkları için seviniyoruz.”
İdil: “Bu sporun Türkiye’de yapıldığını bilmiyordum ve bu filmden sonra haberim oldu diyenler oldu. Filmin sonundaki radyo kaydında da Sevin Okyay röportaj yaparken aynısını o da söylüyor: Kaç yıl önce belki en az on yıl önce muhtemelen, o da mesela bu sporun yapıldığını bile bilmiyordum, diyor. Çünkü aslında Mısraların ilk yükselişe geçtiği dönem ara ara böyle başarı gelecek ki duyulsun, noktasındaydı.”
Uzun yıllardır çekimlere devam ediyorsunuz bir tükenme hissi geldi mi hiç? Yapımcılarınızdan Ali Bilgin, nasıl dahil oldu filmin sürecine?
Ekin: “Biz 2016’da başladık çekimlere, ilk fikirde o zaman geldi ve direkt hadi çekelim diyerek başladık. Tabii ki kendi imkanlarımızla oldu bu. İdil’in okulundan kamera alıyorduk, İstanbul Üniversitesinden hatta İdil okulunu uzattı o yüzden. Sonra bir noktada kitlesel fonlama yapmıştık, onunla kendimize bir kamera edindik. Kendi çabalarımızla devam ederken aslında tükenme hissinden çok; ya biraz büyüyelim mi, hani ekip genişlesin mi, daha iyi bir yere gidelim diye biz sponsor arayışına girmiştik. O sırada İdil, Ufak Tefek Cinayetleri’in kurgu ekibindeydi. O dizinin yönetmeni Ali Bilgin’le tanışıyordu ve çalışıyordu. Ona sponsor arayışımızdan bahsetmişti. O da ilk etapta sponsor arayışımıza destek olmuştu, ama filmin politik duruşundan pek yanaşan olmamış projeye. Öyle olunca da kendisinin zaten bağımsız kısa filmleri de o sırada festival geziyordu. Ben yapımcılık yapayım dedi ve böylece ekibe katılmış oldu. Ondan sonra Uğur Şahin yürütücü yapımcı olarak ekibe katıldı. O da bu proje geliştirme fonları başvurumuzda kafamızı açtı. Öyle öyle büyüdük.”
Belgesel sinema ve festivallerin belgesellere yaklaşımına dair festival süreçlerinizden yola çıkarak neler söylemek istersiniz.
Ekin: “Biz de belgesele hiç ilgi olmaması ve destek olmamasının sorunlarını yaşadık. Ama şunu da gördüm ben ‘Aa belgesel diye geldik film çıktı’ şimdi bu aslında hem kırıcı bir yorum hem de güzel bir yorum bir sebebi bizim de artık o klasik alıştığımız belgesel kafasından çıkmış olmamız duyguyu takip etmiş olmamız böyle yaklaştığınızda da kurmaca bir filmden daha az bir emek verilmiş olmuyor veya daha sıkıcı bir şey olmuyor. Ama bu bir kısır döngü yani hem belgesellere hiç fon verilmiyor. Festivalde ödül alırsanız para ödülü kurmacalara göre çok çok az ya da müzik ödülü yok, görüntü yönetmeni ödülü yok, bunlar belgeselde de yok mu? Şimdi bu desteği vermeden bu emeği de bekliyoruz bu biraz sıkıntı yaratıyor. Ama yaklaşım olarak değişimi görmek de hoşumuza gidiyor, ‘belgeseller artık daha yaratıcı ne güzel belgeseller var’ diye de dönüşler geliyor bu da umut verici ama tabii ki fonlar, destekler bunlar çok yetersiz.”
İdil: “Belgesel ve kurmacanın festivallerde keskin olarak ayrılması da buna yol açıyor, bence proglamlamadan biletmelemeye kadar. Çakışan seanslar, ücretsiz gösterimlerin belgesel ve kısalar filmlerde olması ama kurmacalara ücretli biletle girilmesi, bunlar tabii ki seyircinin gözünde de değersizleştirebiliyor. Deniz Tortum’un bir etkinliğiydi onun araştırması sonucu ve moderasyonu da o yapıyordu yanlış hatırlamıyorsam, şöyle incelikli bir yorumda bulunmuştu. ‘Belgesel belki böyle ayrı bir tür kodlamak yerine gerçeklikle kurduğumuz ilişkinin bir türü olarak yorumlarsak daha kolay olabilir hayatımız’ son kısmı benim eklemem ama. Dolayısıyla çok üretim süreciyle alakalı bence ve gerçekten tüm adımları filmle aynı neredeyse; özellikle post süreci, müziği, kurgusu ama siz de bilinmez bir yolculuğun peşinden gidiyorsunuz belgeselde de farklı üretim koşulları var ama ortaya bir film çıkıyor.”
Festivallerde birlikte denk geldikçe benim de gördüğüm gösterim sonrası en çok soru gelen kısım 8 Mart sahnelerine dairdi genelde de erkeklerden geldi bu soru. Neden sizce?
İdil: “O sahne seyirciler arasında fikir ayrılığı yaratan tek sahne neredeyse. Diğer sahnelere de benzer yorumlar geliyor ve evet “erkek olmayanlar” ve “erkekler” arasında da bir bakış açısı farkı var. Birçok kişi filmin o noktadan sonra dilinin değiştiğini, onları şaşırttığını söyleyerek başlıyor genelde yoruma ve çok anlamlandıramıyorlar bazen; neden bu kadar sert bir geçiş var, neden sahne tam iki kişi arasındaki duygusal olarak yoğun bir noktadayken başka bir konuya geçiyoruz neden sokağa çıkıyoruz? Ama aslında öncesinde bütün film boyunca o 8 Mart’a neden gidildiğinin emareleri var. Yani filmin en başından en sonuna hatta, çocukluklarından arşiv görüntülerinden güncel olana kadar ikisine de sirayet ediyor. Dolayısıyla o aslında karakterlerin kendi karar verdiği ve sokağa çıktığı bir süreçti. Biz filmde illa böyle bir sahne olsun hadi 8 Mart’a gidiyoruz, Mısra gel bizimle demedik. Zaten gidilecekti biz de gidecektik ve çekimleri de bitirmemiştik. Dolayısıyla filme dahil olmasına da çok sevindiğim bir andı aslında.”
İdil:
“Ben ilk Antalya’da prömiyerde izlerken filmi, ilk kez sahnede seyirciyle izlemenin heyecanı da var üstümde tabii. Bütün sahneler zaten başka bir şey hissettiriyor ama 8 Mart sahnesine ve öncesinde ki istismar hikâyesinin sahnesinde tüylerim diken diken oldu. Kurguda da her seferinde fenalaşıyordum ama o salonda hissettiğim şey çok güçlüydü. Evet biz bir şeyi dert ediniyorduk, yıllardır hâlâ ediniyoruz. Bunu anlattık ve şu an bir sürü insan bunu paylaşıyor ve hissediyorlardı. Orada mesela ilk gösterimde alkış geldi, arada da bir alkış geldi yani öyle bir coşku vardı salonda. Ve dönüşler gerçekten çok heyecan verici oluyor. Bir sürü kadın bir sürü lubunya gelip bize; o sahnede neler hissettiğini, nasıl yalnız hissetmediğini paylaştı. Ben de oradaydım diyenler oldu. O yüzden bir karardı o, filmin dilini de değiştiriyor evet ama zaten biraz o bireysel olandan toplumsal olana hikâyenin geçtiği bir yerdeydi. O yüzden çok memnunuz.”
Filmin orijinal müziklerini Davut Özdemir besteledi.
Biz burada Düet’in üretim sürecinin kaydını tuttuk. Şimdi ise Ekin ve İdil tam da burada geriye dönük bir üretim günlüğü tutmaya başladı. İkili beraber üretirken neler gördü geçirdi bugünden bakarak güncesini tutuyor.